İstinye Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanımız Prof. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN Ortadoğu’nun geçmişi, güncel politik gündemi ve geleceği hakkındaki görüşlerini paylaştı

Prof. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN

Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyada çok fazla önemli olayın üst üste geldiği, sıcak gelişmelerin ardı ardına gerçekleştiği bir dönemden geçiyoruz. Her daim zor bir coğrafya olan Ortadoğu bildiğimiz anlamda sonuna mı geliyor? Geçtiğimiz yüzyıl başında çizilen sınırlar yeniden mi belirlenecek? Neden bu kadar çalkantılı bir dönemden geçiyoruz? Bu zor süreçte Türkiye nasıl bir strateji oluşturmalı?

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanımız Prof. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN’la Ortadoğu’nun geçmişi, güncel politik gündemi, geleceği ve Türkiye’nin bu gelişmeler çerçevesinde nasıl bir konumda yer aldığını değerlendirdiğimiz bir röportaj gerçekleştirdik.          

Mesele mukaddes topraklar olan Kudüs’ün alınarak İsrail devletinin kurulması ve bölgedeki petrolün paylaşılmasıydı.    

       Ortadoğu tarihin her safhasında çalkantılı ve zor bir coğrafyaydı. Aynı zamanda 3 büyük semavi dinin ortaya çıktığı çok mukaddes de bir coğrafya olması sebebiyle, büyük güçlerin çıkar çatışmalarının en yoğun olduğu bölge olma özelliği taşıyor. Gelecekte ortaya çıkacak olan büyük savaşların da ağırlık merkezinin Ortadoğu olacağı dünyadaki bütün dış politika uzmanları tarafından ittifak edilen bir konu.

       Geçen yüzyılın sonunda Ortadoğu’da İtilaf ve İttifak devletleri arasındaki güç mücadelesi ve petrol kaynaklarının paylaşımından kaynaklanan büyük bir mücadele vardı. Bu paylaşımın sebebini anlamadan günümüze ve geleceğe bakmanın eksik olacağını düşünüyorum. Paylaşılması planlanan bölgeyi kontrol altında tutan Osmanlı İmparatorluğu, Balkan harbinde aldığı ağır yenilgilerden sonra İngiltere’den Sultan Reşad ve Sultan Osman savaş  gemilerini sipariş etmişti. Churchill bize bu gemileri vermediği gibi Yunan donanmasını takviye ederek, Yunan amirallerinin bu gemilerle adalarımızı işgal etmesini sağladı.  Halbuki İngilizler o zaman bizim müttefikimizdi. Batılı güçlerin paylaşım planlarını istihbarat olarak bilen Osmanlı, durumdan kurtuluş yolları aradı. Fransa’ya gönderilen dışişleri bakanı yardımcısı Cevat Paşa eli boş döndü. Ruslarla yapılması planlanan ittifak, kurulacak Ermeni devletinin yeri konusunda çıkan kriz sonucu çöktü. Bu durumda kalan tek seçeneğimiz Almanya, Osmanlıyı bir şekilde savaşa sokmak için 2 adet savaş gemisi yolladı. İngiliz donanmasının takip edip, bilerek batırmadığı bu gemiler Türk donanması ile beraber Rus limanlarını bombaladı. Bu olayla savaş deklarasyonu olmadan Rusya’ya saldırmış olduk. Halbuki önceden hazır olan Ruslar ve İngilizler, Basra körfezinden topraklarımıza saldırdı. Ertesi gün Osmanlı harbin içine girmişti bile. Harbin içerisinde en kritik nokta bizim Çanakkale’de İngiliz’i durdurmamıza rağmen kanal harekatıyla Basra’yı kaybetmemiz oldu. Dolayısıyla geri çekilmek zorunda kaldık. Almanya’nın da yenilmesiyle, Osmanlı’nın hakimiyetindeki Arap Yarımadası galip devletlerce pay edildi. Mesele mukaddes topraklar olan Kudüs’ün alınarak İsrail devletinin kurulması ve bölgedeki petrolün paylaşılmasıydı.      

Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyada çok fazla önemli olayın üst üste geldiği, sıcak gelişmelerin ardı ardına gerçekleştiği bir dönemden geçiyoruz. Her daim zor bir coğrafya olan Ortadoğu bildiğimiz anlamda sonuna mı geliyor? Geçtiğimiz yüzyıl başında çizilen sınırlar yeniden mi belirlenecek? Neden bu kadar çalkantılı bir dönemden geçiyoruz? Bu zor süreçte Türkiye nasıl bir strateji oluşturmalı?

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanımız Prof. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN’la Ortadoğu’nun geçmişi, güncel politik gündemi, geleceği ve Türkiye’nin bu gelişmeler çerçevesinde nasıl bir konumda yer aldığını değerlendirdiğimiz bir röportaj gerçekleştirdik.          

Mesele mukaddes topraklar olan Kudüs’ün alınarak İsrail devletinin kurulması ve bölgedeki petrolün paylaşılmasıydı.    

       Ortadoğu tarihin her safhasında çalkantılı ve zor bir coğrafyaydı. Aynı zamanda 3 büyük semavi dinin ortaya çıktığı çok mukaddes de bir coğrafya olması sebebiyle, büyük güçlerin çıkar çatışmalarının en yoğun olduğu bölge olma özelliği taşıyor. Gelecekte ortaya çıkacak olan büyük savaşların da ağırlık merkezinin Ortadoğu olacağı dünyadaki bütün dış politika uzmanları tarafından ittifak edilen bir konu.

       Geçen yüzyılın sonunda Ortadoğu’da İtilaf ve İttifak devletleri arasındaki güç mücadelesi ve petrol kaynaklarının paylaşımından kaynaklanan büyük bir mücadele vardı. Bu paylaşımın sebebini anlamadan günümüze ve geleceğe bakmanın eksik olacağını düşünüyorum. Paylaşılması planlanan bölgeyi kontrol altında tutan Osmanlı İmparatorluğu, Balkan harbinde aldığı ağır yenilgilerden sonra İngiltere’den Sultan Reşad ve Sultan Osman savaş  gemilerini sipariş etmişti. Churchill bize bu gemileri vermediği gibi Yunan donanmasını takviye ederek, Yunan amirallerinin bu gemilerle adalarımızı işgal etmesini sağladı.  Halbuki İngilizler o zaman bizim müttefikimizdi. Batılı güçlerin paylaşım planlarını istihbarat olarak bilen Osmanlı, durumdan kurtuluş yolları aradı. Fransa’ya gönderilen dışişleri bakanı yardımcısı Cevat Paşa eli boş döndü. Ruslarla yapılması planlanan ittifak, kurulacak Ermeni devletinin yeri konusunda çıkan kriz sonucu çöktü. Bu durumda kalan tek seçeneğimiz Almanya, Osmanlıyı bir şekilde savaşa sokmak için 2 adet savaş gemisi yolladı. İngiliz donanmasının takip edip, bilerek batırmadığı bu gemiler Türk donanması ile beraber Rus limanlarını bombaladı. Bu olayla savaş deklarasyonu olmadan Rusya’ya saldırmış olduk. Halbuki önceden hazır olan Ruslar ve İngilizler, Basra körfezinden topraklarımıza saldırdı. Ertesi gün Osmanlı harbin içine girmişti bile. Harbin içerisinde en kritik nokta bizim Çanakkale’de İngiliz’i durdurmamıza rağmen kanal harekatıyla Basra’yı kaybetmemiz oldu. Dolayısıyla geri çekilmek zorunda kaldık. Almanya’nın da yenilmesiyle, Osmanlı’nın hakimiyetindeki Arap Yarımadası galip devletlerce pay edildi. Mesele mukaddes topraklar olan Kudüs’ün alınarak İsrail devletinin kurulması ve bölgedeki petrolün paylaşılmasıydı.      

ABD İran üzerinden Sovyetler Birliğine verdiği notayla Soğuk Savaşı başlatmış oldu.

       Sovyet ihtilalinden sonra Ortadoğu bir müddet gündemden düştü. Fakat 2. Dünya Savaşıyla beraber Ortadoğu’nun önemi bir kez daha ortaya çıktı. İngiltere ve Sovyetler Birliği, Almanya’nın bölgedeki petrolü almaması için eş zamanlı olarak İran’ı işgal etti. Fakat savaşın sonunda Rus askeri bölgede kalmaya devam etti. Böylece ABD İran üzerinden Sovyetler Birliğine verdiği notayla Soğuk Savaşı başlatmış oldu. Soğuk savaş döneminde Mısır’ı, Cezayir’i ve Fas’ı kontrol altına alan Kruşçev, Irak ve Suriye üzerinde de baskın konumdaydı. Ortadoğu tekrar ABD ve Sovyetler Birliği arasında paylaşılmaya başladı. Bu noktada çok önemli bir kırılma anı da 1956 yılında gerçekleşen Süveyş harekatıydı. İngiltere ve Fransa İsrail’le eş zamanlı olarak Mısır’ı işgal edince, ABD ve Sovyetler ilk defa birlikte hareket edip bu iki devleti buradan çıkardı. Bu olayla Ortadoğu’da hakim iki devletin ABD ve Sovyetler Birliği olduğu kanıtlanmış oldu. Ancak 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması ile başlayan Arap İsrail Savaşları esnasında, Arap komşuları yeni kurulan İsrail devletini yok etmek istediler. Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri İsrail’in bağımsızlık ilanından birkaç saat sonra saldırıya geçtiler. Ancak batılı devletlerin desteğini alan İsrail’e karşı fazlaca bir başarı sağlayamadılar. İsrail savaş sonrasında Filistin’deki toprağını yüzde 55’ten yüzde 78’e çıkardı. Yaklaşık 20 yıl sonra 1967'de çıkan 6 Gün Savaşı ise Orta Doğu'yu geri dönüşü olmayan bir şekilde değiştirdi. 700 bin kadar Filistinli Arap ise ülkelerini terk ederek komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı. 6 Ekim 1973 tarihinde İsrail'in Mısır ve Suriye'ye yönelik sürpriz saldırısıyla başlayan üçüncü savaş, Ortadoğu'daki çatışma dinamiklerini değiştirmiştir. Nitekim, 1978  Camp David Anlaşmaları 1979 yılındaki Mısır-İsrail Barış Anlaşması mevcut statükonun belirlenmesinde etkili olmuştur. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) himayesi altında Arap devletleri, Amerika Birleşik Devletleri'ne ve İsrail'e yardım eden tüm ülkelere ambargo uygulamasına gitti. Petrol üretiminde gerçekleşen yüzde beş oranındaki düşüş, yakıt maliyetlerinde artışa yol açtı ve Batı'daki ekonomik durgunluk dönemine katkı yaptı.  

 

Ayının Pençesi Yumuşak Olur    

    Sovyetler Birliğinin çökmesiyle ABD tekrar lider güç olarak dünya egemenliğini ele geçirdi. Ancak Rusya ve Çin bu duruma karşı çıktı. Özellikle Putin’in kısa zamanda Rusya’yı güçlendirmesi ve Münih Konferansında ABD’yi saldırgan olarak nitelemesi, ABD-Rusya çatışmasını tekrardan başlattı. Bu çatışma devam ederken Avrupa Birliği ve NATO genişlemeye devam ediyordu. Putin Pekin Olimpiyatlarında Bush’un kulağına Gürcistan’a girdiklerini fısıldadı. Burada verilmek istenen mesaj ise Gürcistan’ın NATO’ya verilmeyeceğiydi. Akabinde Ukrayna’da gelişen ve ‘Hibrit’ savaşı adıyla anılan olayların nedeni de bu güç çekişmesidir.  Kitaplarımda da belirttiğim gibi Rusya bir ayıdır ve ayının pençesi yumuşak olur. Ancak kızdığı zaman çok sert bir hayvandır. Nitekim Rusya Kimseyi dinlemeden Kırım’ı işgal edebildi.

     ABD ve Rusya arasındaki çekişme devam ederken Arap Baharı dediğimiz fenomen ortaya çıktı. Başlangıçta Tunus ve Libya’da başlayan olayların birdenbire tüm kuzey Afrika ve Arap coğrafyasına sıçraması endişe ile karşılandı. Libya’ya askeri hareket yapıldı. Bu NATO’nun Yugoslavya’dan sonra yaptığı ilk alan dışı harekattı. Libya üçe bölündü. Ama asıl kanlı olaylar 6000 kişinin hayatını kaybettiği Suriye’de gerçekleşti. 2011’de başlayan iç savaş nedeniyle dünyada ilk defa bu kadar büyük bir göç dalgası yaşandı.  

Gelinen noktada ABD ve Türkiye Arasında Ciddi Bir Zıtlaşma Olmaya Başladı         

    ABD ve Rusya bu olayı askeri yollarla çözüme ulaştıramadı. Bölgede yaşanan aksiyon Türkiye’nin teröristlerle iş birliği yaptığı ve sınırını koruyamadığı şeklinde bir algı operasyonuna kadar gitti. Halbuki bu suçlamaların dışarıdan gelen birtakım ajanlar tarafından planlandığı ortaya çıktı. Üstelik DAEŞ terör örgütünün, İsrail istihbaratı ve CIA aracılığıyla kurulmuş suni bir yapı olduğu da ortaya çıktı. Ama örgüt 2014 yılında birdenbire Bağdat kapılarına dayandı. Bu gelişme karşında Obama doktrinini ortaya atan ABD, kendi askerini kullanmadan bölgedeki yerel güçlerle meseleyi çözmeye karar verdi. Bu yerel güçlerinde PKK ve PYD olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Plan ilk olarak Kobani’de test edildi. PYD Kobani’de DAEŞ’ten kaçmasına rağmen Amerikan Hava kuvvetlerinin olaya müdahale etmesiyle bölge temizlendi. 1500 tane Docka uçaksavar da PYD’ye bırakıldı. Bu Amerika’nın açık açık PKK ve PYD’ye silah yardımı yapması demekti. Gelinen noktada ABD ve Türkiye arasında ciddi bir zıtlaşma olmaya başladı. Buna rağmen ABD Başkan yardımcısı Joe Biden ülkemize gelerek özür diledi. Tüm sözlere rağmen ABD Mümbiç’ten çekilmedi ve burada PYD’ye yardım yapmaya devam etti.

‘’Avrupa Medeniyetinin Koruyucusu Türk Ordusudur’’       

     Ortadoğu’da ciddi sıkıntılar çeken ABD’nin ekonomisi de zorda. Sıkıntı Çin’in dünya egemenliğini kazanması ve ABD’nin arka planda kalmasından kaynaklanıyor. Kuzey Kore bunun bir başlangıcı sadece. Bu konuyla ilgili bir makale de yazıyorum şu sıra. Görüşüm; Amerika ile Çin’in Pasifikte çarpışacağı şeklinde. Kuzey Kore bunun bir denemesi sadece. Dolayısıyla asıl hedef Çin. Fakat burada ABD’nin yanlışı Türkiye gibi bir müttefikini göz ardı etmesi. Çin’le en iyi savaşan askerlerin Türkler olduğu biliniyor. Kore savaşında Amerikalıları biz kurtardık. Orda bulunan Amerikalıların efsane komutanı Mac Arthur ’’Türk Tugayı için imkansız yoktur, onlar kahramanlar ordusudur.’’ Demiştir. Öte yandan o zaman ki ABD devlet başkanı da şunu söylüyor ‘’Avrupa medeniyetinin koruyucusu Türk ordusudur.’’ Bugün baktığımızda bütün bunları unutan ABD’nin PKK ve PYD ile ortaklığı Türk kamuoyu tarafından kabul edilemiyor.

   Türkiye Bir Terör Örgütü İle İş Birliği Yapmayı Kabul Etmedi     

     Akabinde Türkiye üzerinde oynanan çok kirli bir oyun olan 15 Temmuz darbesi yaşandı. Türkiye bu darbeyi atlattıysa da adli yargıda ve devlet bürokrasisinde gerekli temizlikler tamamlanamadı. Türk kamuoyunun da ortaya koyduğu birtakım belirtilere bakıldığında bu oyunun içerisinde ABD’nin olduğu açıkça ortada. Üstelik FETÖ üyeliği nedeniyle ülkemizden kaçanların Almanya ve diğer Batı devletlerine sığındığını, buna rağmen ABD’nin ve AB’nin bu örgütün terörle alakası olduğuna dair ülkemizden kanıt istediğini görüyoruz. Yüzlerce insan hayatını kaybetti. Bu darbe girişimi tamamlansaydı Türkiye yıllarca sürecek bir iç savaşın içine sürüklenecekti.       

      Yaşanan olayları Obama yönetimine atfeden Türkiye, Trump’la ilişkileri iyileştirmeye çalışmasına rağmen olumlu sonuçlar alamadı. Sayın Recep Tayip Erdoğan, Trump’a gittiğinde çok kısa süreli bir görüşme gerçekleşti. Daha sonra NATO kanallı görüşmeler olduysa da ABD ve Türkiye Hesaplaşamadı. Ancak bu durumda bile Rakka operasyonunu beraber yapmayı teklif ederek ABD ile uzlaşmaya çalıştık. ABD operasyonda PYD’nin de olması şartını koyunca, Türkiye bir terör örgütü ile iş birliği yapmayı kabul etmedi. Çünkü bu diplomasi ve insan haklarına aykırıydı.

      Trump’ın Netanyahu tarafında yer alarak, Suudi Arabistan üzerinden İran’a karşı bir cepheleşme hareketi içinde olduğunu da görüyoruz. Ancak ABD Dışişleri Bakanı Tillerson tarafından Türkiye’ye yönelik yapılan ‘’İran ve Rusya’ya yaklaşmayın’’ uyarısı, ABD’nin Türkiye’den vazgeçmediğini gösteriyor.  Bununla birlikte Türkiye’ye yapılan ekonomik baskının sürdüğünü ve Doların bugün 4 liraya çıkmasıyla ekonomimizin ciddi zarar aldığını görüyoruz. Ayrıca Reza Zarrab davasıyla da Türkiye hukuki açıdan yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlardan şunu görüyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en zor günlerini geçiriyor. Siyasi baskılarla uğraşan Türkiye hiç hak etmediği halde bir hukuk devleti olmadığı, yönetilemez devlete savrulduğu yolundaki algı operasyonlarıyla da uğraşıyor.   

4 Tane Petrol Kuyusuyla Devlet Olunmuyor                        

       Ben Suriye’de savaşın biteceğini düşünmüyorum. Çünkü birileri PKK’nın kandildeki sınırının Suriye’ye taşınmasını istiyor. Ortada ciddi bir sınırları değiştirme hareketi var ve Türkiye buna karşı başarıyla direniyor. Birçok vatan evladını kaybetmemize rağmen terörle mücadelede de son bir yılda büyük bir başarı elde ettik. 65 bin silahlı PYD üyesinin zırhlı araçlar ve modern uçaksavarlarla bir ordulaşma hareketi var. Barza’nin bağımsızlık ve referandum ilanıyla ‘’de facto’’ bir Kürt devleti kurup, Irağı parçalaması ve bunun Suriye’ye eklendikten sonra Türkiye’nin güneyden kuşatılması planı, ülkemiz açısından ciddi bir beka sorunu ortaya çıkarmaktadır. Irak, Türkiye ve İran’ın ortak savunması ile bertaraf edilen Barzani, arka üstü düşüp başarısız oldu.

       Bu coğrafyada 4 Tane Petrol Kuyusuyla Devlet Olunmuyor. Öte yandan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) diye bir şey var. Kısaca mevcut Osmanlının dağılması sonrası kurulan devletlerin, Suudi Arabistan da dahil olmak üzere parçalanması meselesi. Irak üçe bölündü. Suriye bölünmüş durumda. Bunun önüne geçemeyiz. Öbür taraftan da Libya’nın da bölündüğünü görüyoruz. Batı bu bölünme öcüsüyle korkutuyor devletleri. Korkuttuğu devletlere de ciddi silah satışları yapıyor. 

ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının Ortadoğu'da kısa ve uzun vadede çok önemli etkileri olması beklenebilir.

      ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının Ortadoğu'da kısa ve uzun vadede çok önemli etkileri olması beklenebilir. Karar başta Filistin olmak üzere Ortadoğu'da, hatta bölge dışı pek çok ülkede protesto edildi. Kısa vadeli diğer bir etki de İsrail-Filistin barış sürecinin sone ermesi olabilir. İsrail'in Kudüs ve Batı Şeria'da illegal yerleşimler inşa etmesi, Kudüs'ü tek bir parça olarak başkent yapmak istemesi ve mülteciler konusundaki uzlaşmaz tavrı; görüşmelerin önünü kapayabilir. Suudi Arabistan ve İran eksenindeki kutuplaşmanın bölgeye nasıl yansıdığı, Suriye, Katar ve Yemen örneklerinde açıkça görülmektedir. Trump’ın hukuka ve BM Kararlarına  aykırı tek yanlı  politikaları Ortadoğu halkları nezdinde Amerikan ve İsrail karşıtlığını daha da artıracaktır.  Nitekim, gelişmeler üzerine Türkiye'nin ev sahipliğinde 13 Aralık 2017 tarihinde düzenlenen İslam İş birliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi'nin İstanbul Deklerasyonu'nda alınan, "Doğu Kudüs'ü Filistin Devleti'nin başkenti olarak ilan ediyor ve bütün devletleri Filistin Devleti'ni ve Doğu Kudüs'ün onun işgal altındaki başkenti olduğunu tanımaya davet ediyoruz" kararı çok önemlidir. 57 ülkenin temsil edildiği zirvede, üye ülkelerin ABD’nin "yasa dışı, sorumsuz ve tek taraflı" bir şekilde Kudüs'ü İsrail’in başkenti ilan eden kararını tanımadığı görülüyor.      

Türkiye Bu Çatışma Ortamından Hızla Çıkmak ve Normalleşmek İstiyor       

     Şu anda ciddi bir İsrail, ABD ve Suudi Arabistan ittifakı var. Bu güya Sünnilere karşı Şiilerin ittifakı. Biz de bu süreçte bölgede akan kanın durması adına Rusya ile yakınlaşmaya başladık. Yeni kurulan dengeler içerisinde Türkiye ve İran Genelkurmay başkanlarının bir araya gelmesi ise Rusya, İran ve Türkiye’nin yeni bir ittifak oluşturduğu algısı yaratıyor. Bu ilişkilerin sonucunda Soçi’de normalleşme ve anayasal sürece geçiş için bazı adımlar atıldı. Bu görüşmeler neticesinde Türkiye’nin kritik kontrol bölgelerinden biri olan İdlip’e asker göndermesi önemli bir kazançtır. Bu noktada zorluk şu; Rusya’nın her zaman Türkler bana bağlı olsun görüşü vardır. Bu bağlamda uçak kazasından sonra uygulanan baskı ve boğazdan geçen Rus gemisinden gösterilen füze, Rusya’nın ne kadar güvenilir olduğunun sorgulanmasına neden olmaktadır.

      ABD’nin Türkiye’ye karşı stratejik hataları Ankara Moskova ve Tahran’ı Astana sürecinde yakınlaştırmaktadır. Putin ve Erdoğan Suriye’deki iç savaşı, kitlesel göçü önleyerek Ortadoğu barışında tarihi bir köşe taşı koymayı başarmışlardır. Başkan Trump’un Kudüs’ü Uluslararası Hukuka ve BM Kararlarına aykırı olarak Başkent olarak tanımlaması, Putin-Erdoğan’a yeni bir alan açmıştır. Bu bakımdan İstanbul’daki Kudüs toplantısına Rusya’nın katılması, Filistin halkının sempatisine ilaveten, Putin’in Ortodoks Hristiyan dünyası ve BM’de etkinliğini daha da güçlendirmektedir. Ayrıca Rusya Suriye’de kalıcı deniz ve hava üsleri elde ederek çok güçlü avantajlar elde etmiştir. Mısır ve İran ilişkilerini de düşünecek olursak Rusya, Soğuk Savaştan çok daha güçlü bir şekilde Ortadoğu’ya geri dönmüştür.

     Sonuç olarak, kısa ve orta vadede Erdoğan-Putin’in karizmatik liderliği Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesel güç dengelerinde istikrar ve barışın mimarisinde farklı, hassas ve dengeli bir model oluşturması beklenebilir.

    Türkiye bu noktada denklemlerini nasıl kuracak diye sorduğumuzda, İran ve Rusya ile yakınlaşmamıza karşı çıkan bir batı olduğunu görüyoruz. Türkiye tüm yaşananlara rağmen AB ve NATO’daki ittifak sözleşmesinden geri dönmüş değil. Türkiye bu çatışma ortamından hızla çıkmak ve normalleşmek istiyor. Benim görüşümse; Bunu yaparken öncelikle Olağanüstü hali kaldırmak gerekmektedir.

 Tekrar Beraber Olmamız Gerekiyor

   Ortadoğu’daki dengeler içinde Türkiye kendi yağında ve tuzunda kavrulmayı öğrenmelidir. Bu sebeple milli gücümüzü tekrar gündeme getirmemiz ve milli harp sanayisini çok acil geliştirmemiz lazım. Bunu yaparken kendi kamuoyumuza Türkiye’nin hangi baskıların altında olduğunu anlatarak, tekrar beraber olmamız gerekiyor. Bu birlikteliği gerçekleştirirken partiler üstü bir yaklaşımla, Mustafa Kemal’in koyduğu Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti modelinden vazgeçmeden hareket etmemiz gerekiyor. Ayrıca kumpas davalarıyla perişan edilmek istenen komutanlara eski rütbeleriyle beraber, şan ve şöhretlerinin geri verilmesi gerekmektedir. Ben bir hukukçu olarak öncelikle adaletin temizlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yargı Mekanizmasındaki FETÖ mensuplarının derhal tasfiye edilmesi gerekiyor. Hala var ne yazık ki! Düzeltilmesi gereken başka yanlışlar da var. Örneğin; Benimde görev yaptığım, Türkiye’nin en büyük hava üssü olan Mürted Hava Üssünün kapatılması. Birtakım askerler orada uçak kaçırdı diye üs kapatılır mı? Böyle bir şey dünyada görülmemiştir. İkinci husus, askeri liselerin derhal açılması gereğidir. Çünkü askerlik mesleği küçük yaşta insanlara verilecek bir nosyon. Harp okullarının modernizasyonun derhal yapılması gerekiyor. Türk milletinin çadırda yaşayan göçebe bir topluluk olduğu düşünüldüğünde, bu çadırın dirliğinin Türk ordusu olduğu unutulmamalıdır.

     Eğer milli birliği sağlayamazsak bizi zor günler bekliyor. Bunun yanında umut verici şeyler de var tabi ki! Bütün bu baskıya rağmen Türk ekonomisi bu sene içerisinde yüzde 5 büyüme gösterdi. Bu gelişme Türk insanını tanıyamayan batının yüzüne karşı atılmış çok büyük bir yumruktur. Şamar da değil yumruk! Çünkü Türkler zorluğu severler. Biz Kurtuluş Savaşını F35 uçakları olmadan yaptık. Türk milleti büyük ve asil bir millettir. Kadim bir medeniyetin de temsilcisidir. En önemli avantajlarımızdan biri de 22 milyon öğrenciye sahip olmamız. Üniversitelerimize ve hocalarımıza çok büyük kıymet verilmesi gerekiyor. Çünkü bu eğitim sürecinin başarısıyla, Türkiye ABD’nin izin vermediği insansız hava araçlarını yaptı, milli denizaltısını yaptı, milli helikopterini yaptı. Şöyle söyleyeyim; Türkiye Dünyada silah satan ülkeler arasında 16. sıraya yükseldi. Bu çok önemli bir başarı. Bu gelişmelerin yanında havacılık, uzay, elektronik, siber gibi bir takım yeni finans kaynaklarının harekete geçirerek, ağırlıkta küçük pahada büyük mallar üreterek dünya pazarına girmemiz gerekiyor. İnsana yaptığımız yatırımları da arttırarak rekabet içerisinde yerimizi alırsak, 2030’larda dünyanın ilk 10 devleti arasına gireceğimize inanıyorum.    

Dünyada bunu başarabilecek başka bir devlet yok

      Gelişme sürecimizde Ortadoğu’nun rahatlayacağını düşünmüyorum.  Ama krizler fırsatları doğurur. Türkiye için bulunduğu coğrafya riskli ama aynı zamanda fırsatlar yaratıyor. Bugün Irak’ta döşenen yeni bir boru hattı var. Türkiye’nin Katar’la olan iş birliği çok önemli. Ayrıca Türkiye Afrika’da da birtakım açılımlar yapıyor. Yaşananlar Türkiye’nin bölgesel güçten, küresel güce geçişinin sancıları. Özellikle kendi füzelerimizi yapmamız ülkemize yönelik bir takım askeri operasyonları da caydıracak çok önemli gelişmelerden biri. Şunu söyleyebilirim; Türkiye geleceğe umutla bakabilen bir aktör. Coğrafi olarak içinde bulunduğu ateş çemberine rağmen, barış ve güven içinde herkesin işine gidebildiği, üretebildiği ayrıca 3 milyon misafire de bakılabilen bir ülke. Dünyada bunu başarabilecek başka bir devlet yok. Osmanlı’nın Liyakat esasını belirleyen, bütün dinlere eşit ve hoşgörüyle yaklaşan Türkiye’nin modern güçlü bir devlet olabileceğini düşünüyorum. İstinye Üniversitesine de bunun için geldim. Bir şeyler yapalım, gençlere umut verelim istiyorum. Biz bu üniversitede dünya liderleri yetiştireceğiz. Ege’de bir atasözü vardır; ‘’Sabırla koruk Üzüm olur’’ diye. Batı 16. yüzyılda reform hareketleriyle eğitimde üstünlüğü ele geçirdi. Bilgi devrimi sayesinde 400 yıl sonra fırsat tekrar ayağımıza geldi. Bugün her yerde olan bilgiyi doğru analiz eder, iyi kullanırsak bunu eğitimimizle de yönlendirebilirsek sıçrayacağımızı düşünüyorum. Bu anlamda çok ciddi bir potansiyelimiz var. Çünkü Batı’nın uyuşturucu ile boğuşan gençliğinde ciddi sorunlar var. Bu noktada Müslümanlığın büyük faydasını görüyoruz. Müslümanlık uyuşturucu ve diğer bazı zararlı maddelerin kullanılmasına karşı gençlere bir panzehir veriyor.

Umudumuzu ve Motivasyonumuzu Diri Tutacağız 

      Son olarak; potansiyelimizi doğru kullanabilirsek geleceğimizin çok parlak olacağını düşünüyorum. Öncelikle insana, bilim adamına değer vereceğiz. Umudumuzu ve motivasyonumuzu diri tutacağız. Türk’ün özelliği olan sevgi ve saygıyı birbirimizden eksik etmeden, birbirimizin hatalarını örterek hareket etmemiz lazım. İlim ve irfanı birleştirebilen, hurafelerden uzak, Kuranı iyi bilen, peygamber sünnetini iyi bilen, iyi model Müslümanlar olabilmeliyiz. Küresel rekabet içerisinde yerimizi bilimle, ilimle ve karşılıklı sevgiyle alabileceğimizi düşünüyorum. Bunun için Yunus Emre ve Mevlana gibi bu coğrafyanın içinden çıkmış, bu toprakların ismini Anadolu yaparak balkanlara adalet götürmesini sağlamış insanlara bakmamız lazım. Demek ki biz kendi içimizde tutarlı olabilirsek, onlar bizim bir takım liderlik vasıflarımızı kabul edecektir.

       Sovyet ihtilalinden sonra Ortadoğu bir müddet gündemden düştü. Fakat 2. Dünya Savaşıyla beraber Ortadoğu’nun önemi bir kez daha ortaya çıktı. İngiltere ve Sovyetler Birliği, Almanya’nın bölgedeki petrolü almaması için eş zamanlı olarak İran’ı işgal etti. Fakat savaşın sonunda Rus askeri bölgede kalmaya devam etti. Böylece ABD İran üzerinden Sovyetler Birliğine verdiği notayla Soğuk Savaşı başlatmış oldu. Soğuk savaş döneminde Mısır’ı, Cezayir’i ve Fas’ı kontrol altına alan Kruşçev, Irak ve Suriye üzerinde de baskın konumdaydı. Ortadoğu tekrar ABD ve Sovyetler Birliği arasında paylaşılmaya başladı. Bu noktada çok önemli bir kırılma anı da 1956 yılında gerçekleşen Süveyş harekatıydı. İngiltere ve Fransa İsrail’le eş zamanlı olarak Mısır’ı işgal edince, ABD ve Sovyetler ilk defa birlikte hareket edip bu iki devleti buradan çıkardı. Bu olayla Ortadoğu’da hakim iki devletin ABD ve Sovyetler Birliği olduğu kanıtlanmış oldu. Ancak 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması ile başlayan Arap İsrail Savaşları esnasında, Arap komşuları yeni kurulan İsrail devletini yok etmek istediler. Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri İsrail’in bağımsızlık ilanından birkaç saat sonra saldırıya geçtiler. Ancak batılı devletlerin desteğini alan İsrail’e karşı fazlaca bir başarı sağlayamadılar. İsrail savaş sonrasında Filistin’deki toprağını yüzde 55’ten yüzde 78’e çıkardı. Yaklaşık 20 yıl sonra 1967'de çıkan 6 Gün Savaşı ise Orta Doğu'yu geri dönüşü olmayan bir şekilde değiştirdi. 700 bin kadar Filistinli Arap ise ülkelerini terk ederek komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı. 6 Ekim 1973 tarihinde İsrail'in Mısır ve Suriye'ye yönelik sürpriz saldırısıyla başlayan üçüncü savaş, Ortadoğu'daki çatışma dinamiklerini değiştirmiştir. Nitekim, 1978  Camp David Anlaşmaları 1979 yılındaki Mısır-İsrail Barış Anlaşması mevcut statükonun belirlenmesinde etkili olmuştur. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) himayesi altında Arap devletleri, Amerika Birleşik Devletleri'ne ve İsrail'e yardım eden tüm ülkelere ambargo uygulamasına gitti. Petrol üretiminde gerçekleşen yüzde beş oranındaki düşüş, yakıt maliyetlerinde artışa yol açtı ve Batı'daki ekonomik durgunluk dönemine katkı yaptı.  

 

Ayının Pençesi Yumuşak Olur    

    Sovyetler Birliğinin çökmesiyle ABD tekrar lider güç olarak dünya egemenliğini ele geçirdi. Ancak Rusya ve Çin bu duruma karşı çıktı. Özellikle Putin’in kısa zamanda Rusya’yı güçlendirmesi ve Münih Konferansında ABD’yi saldırgan olarak nitelemesi, ABD-Rusya çatışmasını tekrardan başlattı. Bu çatışma devam ederken Avrupa Birliği ve NATO genişlemeye devam ediyordu. Putin Pekin Olimpiyatlarında Bush’un kulağına Gürcistan’a girdiklerini fısıldadı. Burada verilmek istenen mesaj ise Gürcistan’ın NATO’ya verilmeyeceğiydi. Akabinde Ukrayna’da gelişen ve ‘Hibrit’ savaşı adıyla anılan olayların nedeni de bu güç çekişmesidir.  Kitaplarımda da belirttiğim gibi Rusya bir ayıdır ve ayının pençesi yumuşak olur. Ancak kızdığı zaman çok sert bir hayvandır. Nitekim Rusya Kimseyi dinlemeden Kırım’ı işgal edebildi.

     ABD ve Rusya arasındaki çekişme devam ederken Arap Baharı dediğimiz fenomen ortaya çıktı. Başlangıçta Tunus ve Libya’da başlayan olayların birdenbire tüm kuzey Afrika ve Arap coğrafyasına sıçraması endişe ile karşılandı. Libya’ya askeri hareket yapıldı. Bu NATO’nun Yugoslavya’dan sonra yaptığı ilk alan dışı harekattı. Libya üçe bölündü. Ama asıl kanlı olaylar 6000 kişinin hayatını kaybettiği Suriye’de gerçekleşti. 2011’de başlayan iç savaş nedeniyle dünyada ilk defa bu kadar büyük bir göç dalgası yaşandı.  

Gelinen noktada ABD ve Türkiye Arasında Ciddi Bir Zıtlaşma Olmaya Başladı         

    ABD ve Rusya bu olayı askeri yollarla çözüme ulaştıramadı. Bölgede yaşanan aksiyon Türkiye’nin teröristlerle iş birliği yaptığı ve sınırını koruyamadığı şeklinde bir algı operasyonuna kadar gitti. Halbuki bu suçlamaların dışarıdan gelen birtakım ajanlar tarafından planlandığı ortaya çıktı. Üstelik DAEŞ terör örgütünün, İsrail istihbaratı ve CIA aracılığıyla kurulmuş suni bir yapı olduğu da ortaya çıktı. Ama örgüt 2014 yılında birdenbire Bağdat kapılarına dayandı. Bu gelişme karşında Obama doktrinini ortaya atan ABD, kendi askerini kullanmadan bölgedeki yerel güçlerle meseleyi çözmeye karar verdi. Bu yerel güçlerinde PKK ve PYD olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Plan ilk olarak Kobani’de test edildi. PYD Kobani’de DAEŞ’ten kaçmasına rağmen Amerikan Hava kuvvetlerinin olaya müdahale etmesiyle bölge temizlendi. 1500 tane Docka uçaksavar da PYD’ye bırakıldı. Bu Amerika’nın açık açık PKK ve PYD’ye silah yardımı yapması demekti. Gelinen noktada ABD ve Türkiye arasında ciddi bir zıtlaşma olmaya başladı. Buna rağmen ABD Başkan yardımcısı Joe Biden ülkemize gelerek özür diledi. Tüm sözlere rağmen ABD Mümbiç’ten çekilmedi ve burada PYD’ye yardım yapmaya devam etti.

‘’Avrupa Medeniyetinin Koruyucusu Türk Ordusudur’’       

     Ortadoğu’da ciddi sıkıntılar çeken ABD’nin ekonomisi de zorda. Sıkıntı Çin’in dünya egemenliğini kazanması ve ABD’nin arka planda kalmasından kaynaklanıyor. Kuzey Kore bunun bir başlangıcı sadece. Bu konuyla ilgili bir makale de yazıyorum şu sıra. Görüşüm; Amerika ile Çin’in Pasifikte çarpışacağı şeklinde. Kuzey Kore bunun bir denemesi sadece. Dolayısıyla asıl hedef Çin. Fakat burada ABD’nin yanlışı Türkiye gibi bir müttefikini göz ardı etmesi. Çin’le en iyi savaşan askerlerin Türkler olduğu biliniyor. Kore savaşında Amerikalıları biz kurtardık. Orda bulunan Amerikalıların efsane komutanı Mac Arthur ’’Türk Tugayı için imkansız yoktur, onlar kahramanlar ordusudur.’’ Demiştir. Öte yandan o zaman ki ABD devlet başkanı da şunu söylüyor ‘’Avrupa medeniyetinin koruyucusu Türk ordusudur.’’ Bugün baktığımızda bütün bunları unutan ABD’nin PKK ve PYD ile ortaklığı Türk kamuoyu tarafından kabul edilemiyor.

   Türkiye Bir Terör Örgütü İle İş Birliği Yapmayı Kabul Etmedi     

     Akabinde Türkiye üzerinde oynanan çok kirli bir oyun olan 15 Temmuz darbesi yaşandı. Türkiye bu darbeyi atlattıysa da adli yargıda ve devlet bürokrasisinde gerekli temizlikler tamamlanamadı. Türk kamuoyunun da ortaya koyduğu birtakım belirtilere bakıldığında bu oyunun içerisinde ABD’nin olduğu açıkça ortada. Üstelik FETÖ üyeliği nedeniyle ülkemizden kaçanların Almanya ve diğer Batı devletlerine sığındığını, buna rağmen ABD’nin ve AB’nin bu örgütün terörle alakası olduğuna dair ülkemizden kanıt istediğini görüyoruz. Yüzlerce insan hayatını kaybetti. Bu darbe girişimi tamamlansaydı Türkiye yıllarca sürecek bir iç savaşın içine sürüklenecekti.       

      Yaşanan olayları Obama yönetimine atfeden Türkiye, Trump’la ilişkileri iyileştirmeye çalışmasına rağmen olumlu sonuçlar alamadı. Sayın Recep Tayip Erdoğan, Trump’a gittiğinde çok kısa süreli bir görüşme gerçekleşti. Daha sonra NATO kanallı görüşmeler olduysa da ABD ve Türkiye Hesaplaşamadı. Ancak bu durumda bile Rakka operasyonunu beraber yapmayı teklif ederek ABD ile uzlaşmaya çalıştık. ABD operasyonda PYD’nin de olması şartını koyunca, Türkiye bir terör örgütü ile iş birliği yapmayı kabul etmedi. Çünkü bu diplomasi ve insan haklarına aykırıydı.

      Trump’ın Netanyahu tarafında yer alarak, Suudi Arabistan üzerinden İran’a karşı bir cepheleşme hareketi içinde olduğunu da görüyoruz. Ancak ABD Dışişleri Bakanı Tillerson tarafından Türkiye’ye yönelik yapılan ‘’İran ve Rusya’ya yaklaşmayın’’ uyarısı, ABD’nin Türkiye’den vazgeçmediğini gösteriyor.  Bununla birlikte Türkiye’ye yapılan ekonomik baskının sürdüğünü ve Doların bugün 4 liraya çıkmasıyla ekonomimizin ciddi zarar aldığını görüyoruz. Ayrıca Reza Zarrab davasıyla da Türkiye hukuki açıdan yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlardan şunu görüyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en zor günlerini geçiriyor. Siyasi baskılarla uğraşan Türkiye hiç hak etmediği halde bir hukuk devleti olmadığı, yönetilemez devlete savrulduğu yolundaki algı operasyonlarıyla da uğraşıyor.   

4 Tane Petrol Kuyusuyla Devlet Olunmuyor                        

       Ben Suriye’de savaşın biteceğini düşünmüyorum. Çünkü birileri PKK’nın kandildeki sınırının Suriye’ye taşınmasını istiyor. Ortada ciddi bir sınırları değiştirme hareketi var ve Türkiye buna karşı başarıyla direniyor. Birçok vatan evladını kaybetmemize rağmen terörle mücadelede de son bir yılda büyük bir başarı elde ettik. 65 bin silahlı PYD üyesinin zırhlı araçlar ve modern uçaksavarlarla bir ordulaşma hareketi var. Barza’nin bağımsızlık ve referandum ilanıyla ‘’de facto’’ bir Kürt devleti kurup, Irağı parçalaması ve bunun Suriye’ye eklendikten sonra Türkiye’nin güneyden kuşatılması planı, ülkemiz açısından ciddi bir beka sorunu ortaya çıkarmaktadır. Irak, Türkiye ve İran’ın ortak savunması ile bertaraf edilen Barzani, arka üstü düşüp başarısız oldu.

       Bu coğrafyada 4 Tane Petrol Kuyusuyla Devlet Olunmuyor. Öte yandan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) diye bir şey var. Kısaca mevcut Osmanlının dağılması sonrası kurulan devletlerin, Suudi Arabistan da dahil olmak üzere parçalanması meselesi. Irak üçe bölündü. Suriye bölünmüş durumda. Bunun önüne geçemeyiz. Öbür taraftan da Libya’nın da bölündüğünü görüyoruz. Batı bu bölünme öcüsüyle korkutuyor devletleri. Korkuttuğu devletlere de ciddi silah satışları yapıyor. 

ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının Ortadoğu'da kısa ve uzun vadede çok önemli etkileri olması beklenebilir.

      ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının Ortadoğu'da kısa ve uzun vadede çok önemli etkileri olması beklenebilir. Karar başta Filistin olmak üzere Ortadoğu'da, hatta bölge dışı pek çok ülkede protesto edildi. Kısa vadeli diğer bir etki de İsrail-Filistin barış sürecinin sone ermesi olabilir. İsrail'in Kudüs ve Batı Şeria'da illegal yerleşimler inşa etmesi, Kudüs'ü tek bir parça olarak başkent yapmak istemesi ve mülteciler konusundaki uzlaşmaz tavrı; görüşmelerin önünü kapayabilir. Suudi Arabistan ve İran eksenindeki kutuplaşmanın bölgeye nasıl yansıdığı, Suriye, Katar ve Yemen örneklerinde açıkça görülmektedir. Trump’ın hukuka ve BM Kararlarına  aykırı tek yanlı  politikaları Ortadoğu halkları nezdinde Amerikan ve İsrail karşıtlığını daha da artıracaktır.  Nitekim, gelişmeler üzerine Türkiye'nin ev sahipliğinde 13 Aralık 2017 tarihinde düzenlenen İslam İş birliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi'nin İstanbul Deklerasyonu'nda alınan, "Doğu Kudüs'ü Filistin Devleti'nin başkenti olarak ilan ediyor ve bütün devletleri Filistin Devleti'ni ve Doğu Kudüs'ün onun işgal altındaki başkenti olduğunu tanımaya davet ediyoruz" kararı çok önemlidir. 57 ülkenin temsil edildiği zirvede, üye ülkelerin ABD’nin "yasa dışı, sorumsuz ve tek taraflı" bir şekilde Kudüs'ü İsrail’in başkenti ilan eden kararını tanımadığı görülüyor.      

Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyada çok fazla önemli olayın üst üste geldiği, sıcak gelişmelerin ardı ardına gerçekleştiği bir dönemden geçiyoruz. Her daim zor bir coğrafya olan Ortadoğu bildiğimiz anlamda sonuna mı geliyor? Geçtiğimiz yüzyıl başında çizilen sınırlar yeniden mi belirlenecek? Neden bu kadar çalkantılı bir dönemden geçiyoruz? Bu zor süreçte Türkiye nasıl bir strateji oluşturmalı?

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanımız Prof. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN’la Ortadoğu’nun geçmişi, güncel politik gündemi, geleceği ve Türkiye’nin bu gelişmeler çerçevesinde nasıl bir konumda yer aldığını değerlendirdiğimiz bir röportaj gerçekleştirdik.          

Mesele mukaddes topraklar olan Kudüs’ün alınarak İsrail devletinin kurulması ve bölgedeki petrolün paylaşılmasıydı.    

       Ortadoğu tarihin her safhasında çalkantılı ve zor bir coğrafyaydı. Aynı zamanda 3 büyük semavi dinin ortaya çıktığı çok mukaddes de bir coğrafya olması sebebiyle, büyük güçlerin çıkar çatışmalarının en yoğun olduğu bölge olma özelliği taşıyor. Gelecekte ortaya çıkacak olan büyük savaşların da ağırlık merkezinin Ortadoğu olacağı dünyadaki bütün dış politika uzmanları tarafından ittifak edilen bir konu.

       Geçen yüzyılın sonunda Ortadoğu’da İtilaf ve İttifak devletleri arasındaki güç mücadelesi ve petrol kaynaklarının paylaşımından kaynaklanan büyük bir mücadele vardı. Bu paylaşımın sebebini anlamadan günümüze ve geleceğe bakmanın eksik olacağını düşünüyorum. Paylaşılması planlanan bölgeyi kontrol altında tutan Osmanlı İmparatorluğu, Balkan harbinde aldığı ağır yenilgilerden sonra İngiltere’den Sultan Reşad ve Sultan Osman savaş  gemilerini sipariş etmişti. Churchill bize bu gemileri vermediği gibi Yunan donanmasını takviye ederek, Yunan amirallerinin bu gemilerle adalarımızı işgal etmesini sağladı.  Halbuki İngilizler o zaman bizim müttefikimizdi. Batılı güçlerin paylaşım planlarını istihbarat olarak bilen Osmanlı, durumdan kurtuluş yolları aradı. Fransa’ya gönderilen dışişleri bakanı yardımcısı Cevat Paşa eli boş döndü. Ruslarla yapılması planlanan ittifak, kurulacak Ermeni devletinin yeri konusunda çıkan kriz sonucu çöktü. Bu durumda kalan tek seçeneğimiz Almanya, Osmanlıyı bir şekilde savaşa sokmak için 2 adet savaş gemisi yolladı. İngiliz donanmasının takip edip, bilerek batırmadığı bu gemiler Türk donanması ile beraber Rus limanlarını bombaladı. Bu olayla savaş deklarasyonu olmadan Rusya’ya saldırmış olduk. Halbuki önceden hazır olan Ruslar ve İngilizler, Basra körfezinden topraklarımıza saldırdı. Ertesi gün Osmanlı harbin içine girmişti bile. Harbin içerisinde en kritik nokta bizim Çanakkale’de İngiliz’i durdurmamıza rağmen kanal harekatıyla Basra’yı kaybetmemiz oldu. Dolayısıyla geri çekilmek zorunda kaldık. Almanya’nın da yenilmesiyle, Osmanlı’nın hakimiyetindeki Arap Yarımadası galip devletlerce pay edildi. Mesele mukaddes topraklar olan Kudüs’ün alınarak İsrail devletinin kurulması ve bölgedeki petrolün paylaşılmasıydı.      

ABD İran üzerinden Sovyetler Birliğine verdiği notayla Soğuk Savaşı başlatmış oldu.

       Sovyet ihtilalinden sonra Ortadoğu bir müddet gündemden düştü. Fakat 2. Dünya Savaşıyla beraber Ortadoğu’nun önemi bir kez daha ortaya çıktı. İngiltere ve Sovyetler Birliği, Almanya’nın bölgedeki petrolü almaması için eş zamanlı olarak İran’ı işgal etti. Fakat savaşın sonunda Rus askeri bölgede kalmaya devam etti. Böylece ABD İran üzerinden Sovyetler Birliğine verdiği notayla Soğuk Savaşı başlatmış oldu. Soğuk savaş döneminde Mısır’ı, Cezayir’i ve Fas’ı kontrol altına alan Kruşçev, Irak ve Suriye üzerinde de baskın konumdaydı. Ortadoğu tekrar ABD ve Sovyetler Birliği arasında paylaşılmaya başladı. Bu noktada çok önemli bir kırılma anı da 1956 yılında gerçekleşen Süveyş harekatıydı. İngiltere ve Fransa İsrail’le eş zamanlı olarak Mısır’ı işgal edince, ABD ve Sovyetler ilk defa birlikte hareket edip bu iki devleti buradan çıkardı. Bu olayla Ortadoğu’da hakim iki devletin ABD ve Sovyetler Birliği olduğu kanıtlanmış oldu. Ancak 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması ile başlayan Arap İsrail Savaşları esnasında, Arap komşuları yeni kurulan İsrail devletini yok etmek istediler. Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri İsrail’in bağımsızlık ilanından birkaç saat sonra saldırıya geçtiler. Ancak batılı devletlerin desteğini alan İsrail’e karşı fazlaca bir başarı sağlayamadılar. İsrail savaş sonrasında Filistin’deki toprağını yüzde 55’ten yüzde 78’e çıkardı. Yaklaşık 20 yıl sonra 1967'de çıkan 6 Gün Savaşı ise Orta Doğu'yu geri dönüşü olmayan bir şekilde değiştirdi. 700 bin kadar Filistinli Arap ise ülkelerini terk ederek komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı. 6 Ekim 1973 tarihinde İsrail'in Mısır ve Suriye'ye yönelik sürpriz saldırısıyla başlayan üçüncü savaş, Ortadoğu'daki çatışma dinamiklerini değiştirmiştir. Nitekim, 1978  Camp David Anlaşmaları 1979 yılındaki Mısır-İsrail Barış Anlaşması mevcut statükonun belirlenmesinde etkili olmuştur. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) himayesi altında Arap devletleri, Amerika Birleşik Devletleri'ne ve İsrail'e yardım eden tüm ülkelere ambargo uygulamasına gitti. Petrol üretiminde gerçekleşen yüzde beş oranındaki düşüş, yakıt maliyetlerinde artışa yol açtı ve Batı'daki ekonomik durgunluk dönemine katkı yaptı.  

 

Ayının Pençesi Yumuşak Olur    

    Sovyetler Birliğinin çökmesiyle ABD tekrar lider güç olarak dünya egemenliğini ele geçirdi. Ancak Rusya ve Çin bu duruma karşı çıktı. Özellikle Putin’in kısa zamanda Rusya’yı güçlendirmesi ve Münih Konferansında ABD’yi saldırgan olarak nitelemesi, ABD-Rusya çatışmasını tekrardan başlattı. Bu çatışma devam ederken Avrupa Birliği ve NATO genişlemeye devam ediyordu. Putin Pekin Olimpiyatlarında Bush’un kulağına Gürcistan’a girdiklerini fısıldadı. Burada verilmek istenen mesaj ise Gürcistan’ın NATO’ya verilmeyeceğiydi. Akabinde Ukrayna’da gelişen ve ‘Hibrit’ savaşı adıyla anılan olayların nedeni de bu güç çekişmesidir.  Kitaplarımda da belirttiğim gibi Rusya bir ayıdır ve ayının pençesi yumuşak olur. Ancak kızdığı zaman çok sert bir hayvandır. Nitekim Rusya Kimseyi dinlemeden Kırım’ı işgal edebildi.

     ABD ve Rusya arasındaki çekişme devam ederken Arap Baharı dediğimiz fenomen ortaya çıktı. Başlangıçta Tunus ve Libya’da başlayan olayların birdenbire tüm kuzey Afrika ve Arap coğrafyasına sıçraması endişe ile karşılandı. Libya’ya askeri hareket yapıldı. Bu NATO’nun Yugoslavya’dan sonra yaptığı ilk alan dışı harekattı. Libya üçe bölündü. Ama asıl kanlı olaylar 6000 kişinin hayatını kaybettiği Suriye’de gerçekleşti. 2011’de başlayan iç savaş nedeniyle dünyada ilk defa bu kadar büyük bir göç dalgası yaşandı.  

Gelinen noktada ABD ve Türkiye Arasında Ciddi Bir Zıtlaşma Olmaya Başladı         

    ABD ve Rusya bu olayı askeri yollarla çözüme ulaştıramadı. Bölgede yaşanan aksiyon Türkiye’nin teröristlerle iş birliği yaptığı ve sınırını koruyamadığı şeklinde bir algı operasyonuna kadar gitti. Halbuki bu suçlamaların dışarıdan gelen birtakım ajanlar tarafından planlandığı ortaya çıktı. Üstelik DAEŞ terör örgütünün, İsrail istihbaratı ve CIA aracılığıyla kurulmuş suni bir yapı olduğu da ortaya çıktı. Ama örgüt 2014 yılında birdenbire Bağdat kapılarına dayandı. Bu gelişme karşında Obama doktrinini ortaya atan ABD, kendi askerini kullanmadan bölgedeki yerel güçlerle meseleyi çözmeye karar verdi. Bu yerel güçlerinde PKK ve PYD olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Plan ilk olarak Kobani’de test edildi. PYD Kobani’de DAEŞ’ten kaçmasına rağmen Amerikan Hava kuvvetlerinin olaya müdahale etmesiyle bölge temizlendi. 1500 tane Docka uçaksavar da PYD’ye bırakıldı. Bu Amerika’nın açık açık PKK ve PYD’ye silah yardımı yapması demekti. Gelinen noktada ABD ve Türkiye arasında ciddi bir zıtlaşma olmaya başladı. Buna rağmen ABD Başkan yardımcısı Joe Biden ülkemize gelerek özür diledi. Tüm sözlere rağmen ABD Mümbiç’ten çekilmedi ve burada PYD’ye yardım yapmaya devam etti.

‘’Avrupa Medeniyetinin Koruyucusu Türk Ordusudur’’       

     Ortadoğu’da ciddi sıkıntılar çeken ABD’nin ekonomisi de zorda. Sıkıntı Çin’in dünya egemenliğini kazanması ve ABD’nin arka planda kalmasından kaynaklanıyor. Kuzey Kore bunun bir başlangıcı sadece. Bu konuyla ilgili bir makale de yazıyorum şu sıra. Görüşüm; Amerika ile Çin’in Pasifikte çarpışacağı şeklinde. Kuzey Kore bunun bir denemesi sadece. Dolayısıyla asıl hedef Çin. Fakat burada ABD’nin yanlışı Türkiye gibi bir müttefikini göz ardı etmesi. Çin’le en iyi savaşan askerlerin Türkler olduğu biliniyor. Kore savaşında Amerikalıları biz kurtardık. Orda bulunan Amerikalıların efsane komutanı Mac Arthur ’’Türk Tugayı için imkansız yoktur, onlar kahramanlar ordusudur.’’ Demiştir. Öte yandan o zaman ki ABD devlet başkanı da şunu söylüyor ‘’Avrupa medeniyetinin koruyucusu Türk ordusudur.’’ Bugün baktığımızda bütün bunları unutan ABD’nin PKK ve PYD ile ortaklığı Türk kamuoyu tarafından kabul edilemiyor.

   Türkiye Bir Terör Örgütü İle İş Birliği Yapmayı Kabul Etmedi     

     Akabinde Türkiye üzerinde oynanan çok kirli bir oyun olan 15 Temmuz darbesi yaşandı. Türkiye bu darbeyi atlattıysa da adli yargıda ve devlet bürokrasisinde gerekli temizlikler tamamlanamadı. Türk kamuoyunun da ortaya koyduğu birtakım belirtilere bakıldığında bu oyunun içerisinde ABD’nin olduğu açıkça ortada. Üstelik FETÖ üyeliği nedeniyle ülkemizden kaçanların Almanya ve diğer Batı devletlerine sığındığını, buna rağmen ABD’nin ve AB’nin bu örgütün terörle alakası olduğuna dair ülkemizden kanıt istediğini görüyoruz. Yüzlerce insan hayatını kaybetti. Bu darbe girişimi tamamlansaydı Türkiye yıllarca sürecek bir iç savaşın içine sürüklenecekti.       

      Yaşanan olayları Obama yönetimine atfeden Türkiye, Trump’la ilişkileri iyileştirmeye çalışmasına rağmen olumlu sonuçlar alamadı. Sayın Recep Tayip Erdoğan, Trump’a gittiğinde çok kısa süreli bir görüşme gerçekleşti. Daha sonra NATO kanallı görüşmeler olduysa da ABD ve Türkiye Hesaplaşamadı. Ancak bu durumda bile Rakka operasyonunu beraber yapmayı teklif ederek ABD ile uzlaşmaya çalıştık. ABD operasyonda PYD’nin de olması şartını koyunca, Türkiye bir terör örgütü ile iş birliği yapmayı kabul etmedi. Çünkü bu diplomasi ve insan haklarına aykırıydı.

      Trump’ın Netanyahu tarafında yer alarak, Suudi Arabistan üzerinden İran’a karşı bir cepheleşme hareketi içinde olduğunu da görüyoruz. Ancak ABD Dışişleri Bakanı Tillerson tarafından Türkiye’ye yönelik yapılan ‘’İran ve Rusya’ya yaklaşmayın’’ uyarısı, ABD’nin Türkiye’den vazgeçmediğini gösteriyor.  Bununla birlikte Türkiye’ye yapılan ekonomik baskının sürdüğünü ve Doların bugün 4 liraya çıkmasıyla ekonomimizin ciddi zarar aldığını görüyoruz. Ayrıca Reza Zarrab davasıyla da Türkiye hukuki açıdan yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlardan şunu görüyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en zor günlerini geçiriyor. Siyasi baskılarla uğraşan Türkiye hiç hak etmediği halde bir hukuk devleti olmadığı, yönetilemez devlete savrulduğu yolundaki algı operasyonlarıyla da uğraşıyor.   

4 Tane Petrol Kuyusuyla Devlet Olunmuyor                        

       Ben Suriye’de savaşın biteceğini düşünmüyorum. Çünkü birileri PKK’nın kandildeki sınırının Suriye’ye taşınmasını istiyor. Ortada ciddi bir sınırları değiştirme hareketi var ve Türkiye buna karşı başarıyla direniyor. Birçok vatan evladını kaybetmemize rağmen terörle mücadelede de son bir yılda büyük bir başarı elde ettik. 65 bin silahlı PYD üyesinin zırhlı araçlar ve modern uçaksavarlarla bir ordulaşma hareketi var. Barza’nin bağımsızlık ve referandum ilanıyla ‘’de facto’’ bir Kürt devleti kurup, Irağı parçalaması ve bunun Suriye’ye eklendikten sonra Türkiye’nin güneyden kuşatılması planı, ülkemiz açısından ciddi bir beka sorunu ortaya çıkarmaktadır. Irak, Türkiye ve İran’ın ortak savunması ile bertaraf edilen Barzani, arka üstü düşüp başarısız oldu.

       Bu coğrafyada 4 Tane Petrol Kuyusuyla Devlet Olunmuyor. Öte yandan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) diye bir şey var. Kısaca mevcut Osmanlının dağılması sonrası kurulan devletlerin, Suudi Arabistan da dahil olmak üzere parçalanması meselesi. Irak üçe bölündü. Suriye bölünmüş durumda. Bunun önüne geçemeyiz. Öbür taraftan da Libya’nın da bölündüğünü görüyoruz. Batı bu bölünme öcüsüyle korkutuyor devletleri. Korkuttuğu devletlere de ciddi silah satışları yapıyor. 

ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının Ortadoğu'da kısa ve uzun vadede çok önemli etkileri olması beklenebilir.

      ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının Ortadoğu'da kısa ve uzun vadede çok önemli etkileri olması beklenebilir. Karar başta Filistin olmak üzere Ortadoğu'da, hatta bölge dışı pek çok ülkede protesto edildi. Kısa vadeli diğer bir etki de İsrail-Filistin barış sürecinin sone ermesi olabilir. İsrail'in Kudüs ve Batı Şeria'da illegal yerleşimler inşa etmesi, Kudüs'ü tek bir parça olarak başkent yapmak istemesi ve mülteciler konusundaki uzlaşmaz tavrı; görüşmelerin önünü kapayabilir. Suudi Arabistan ve İran eksenindeki kutuplaşmanın bölgeye nasıl yansıdığı, Suriye, Katar ve Yemen örneklerinde açıkça görülmektedir. Trump’ın hukuka ve BM Kararlarına  aykırı tek yanlı  politikaları Ortadoğu halkları nezdinde Amerikan ve İsrail karşıtlığını daha da artıracaktır.  Nitekim, gelişmeler üzerine Türkiye'nin ev sahipliğinde 13 Aralık 2017 tarihinde düzenlenen İslam İş birliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi'nin İstanbul Deklerasyonu'nda alınan, "Doğu Kudüs'ü Filistin Devleti'nin başkenti olarak ilan ediyor ve bütün devletleri Filistin Devleti'ni ve Doğu Kudüs'ün onun işgal altındaki başkenti olduğunu tanımaya davet ediyoruz" kararı çok önemlidir. 57 ülkenin temsil edildiği zirvede, üye ülkelerin ABD’nin "yasa dışı, sorumsuz ve tek taraflı" bir şekilde Kudüs'ü İsrail’in başkenti ilan eden kararını tanımadığı görülüyor.      

Türkiye Bu Çatışma Ortamından Hızla Çıkmak ve Normalleşmek İstiyor       

     Şu anda ciddi bir İsrail, ABD ve Suudi Arabistan ittifakı var. Bu güya Sünnilere karşı Şiilerin ittifakı. Biz de bu süreçte bölgede akan kanın durması adına Rusya ile yakınlaşmaya başladık. Yeni kurulan dengeler içerisinde Türkiye ve İran Genelkurmay başkanlarının bir araya gelmesi ise Rusya, İran ve Türkiye’nin yeni bir ittifak oluşturduğu algısı yaratıyor. Bu ilişkilerin sonucunda Soçi’de normalleşme ve anayasal sürece geçiş için bazı adımlar atıldı. Bu görüşmeler neticesinde Türkiye’nin kritik kontrol bölgelerinden biri olan İdlip’e asker göndermesi önemli bir kazançtır. Bu noktada zorluk şu; Rusya’nın her zaman Türkler bana bağlı olsun görüşü vardır. Bu bağlamda uçak kazasından sonra uygulanan baskı ve boğazdan geçen Rus gemisinden gösterilen füze, Rusya’nın ne kadar güvenilir olduğunun sorgulanmasına neden olmaktadır.

      ABD’nin Türkiye’ye karşı stratejik hataları Ankara Moskova ve Tahran’ı Astana sürecinde yakınlaştırmaktadır. Putin ve Erdoğan Suriye’deki iç savaşı, kitlesel göçü önleyerek Ortadoğu barışında tarihi bir köşe taşı koymayı başarmışlardır. Başkan Trump’un Kudüs’ü Uluslararası Hukuka ve BM Kararlarına aykırı olarak Başkent olarak tanımlaması, Putin-Erdoğan’a yeni bir alan açmıştır. Bu bakımdan İstanbul’daki Kudüs toplantısına Rusya’nın katılması, Filistin halkının sempatisine ilaveten, Putin’in Ortodoks Hristiyan dünyası ve BM’de etkinliğini daha da güçlendirmektedir. Ayrıca Rusya Suriye’de kalıcı deniz ve hava üsleri elde ederek çok güçlü avantajlar elde etmiştir. Mısır ve İran ilişkilerini de düşünecek olursak Rusya, Soğuk Savaştan çok daha güçlü bir şekilde Ortadoğu’ya geri dönmüştür.

     Sonuç olarak, kısa ve orta vadede Erdoğan-Putin’in karizmatik liderliği Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesel güç dengelerinde istikrar ve barışın mimarisinde farklı, hassas ve dengeli bir model oluşturması beklenebilir.

    Türkiye bu noktada denklemlerini nasıl kuracak diye sorduğumuzda, İran ve Rusya ile yakınlaşmamıza karşı çıkan bir batı olduğunu görüyoruz. Türkiye tüm yaşananlara rağmen AB ve NATO’daki ittifak sözleşmesinden geri dönmüş değil. Türkiye bu çatışma ortamından hızla çıkmak ve normalleşmek istiyor. Benim görüşümse; Bunu yaparken öncelikle Olağanüstü hali kaldırmak gerekmektedir.

 Tekrar Beraber Olmamız Gerekiyor

   Ortadoğu’daki dengeler içinde Türkiye kendi yağında ve tuzunda kavrulmayı öğrenmelidir. Bu sebeple milli gücümüzü tekrar gündeme getirmemiz ve milli harp sanayisini çok acil geliştirmemiz lazım. Bunu yaparken kendi kamuoyumuza Türkiye’nin hangi baskıların altında olduğunu anlatarak, tekrar beraber olmamız gerekiyor. Bu birlikteliği gerçekleştirirken partiler üstü bir yaklaşımla, Mustafa Kemal’in koyduğu Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti modelinden vazgeçmeden hareket etmemiz gerekiyor. Ayrıca kumpas davalarıyla perişan edilmek istenen komutanlara eski rütbeleriyle beraber, şan ve şöhretlerinin geri verilmesi gerekmektedir. Ben bir hukukçu olarak öncelikle adaletin temizlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yargı Mekanizmasındaki FETÖ mensuplarının derhal tasfiye edilmesi gerekiyor. Hala var ne yazık ki! Düzeltilmesi gereken başka yanlışlar da var. Örneğin; Benimde görev yaptığım, Türkiye’nin en büyük hava üssü olan Mürted Hava Üssünün kapatılması. Birtakım askerler orada uçak kaçırdı diye üs kapatılır mı? Böyle bir şey dünyada görülmemiştir. İkinci husus, askeri liselerin derhal açılması gereğidir. Çünkü askerlik mesleği küçük yaşta insanlara verilecek bir nosyon. Harp okullarının modernizasyonun derhal yapılması gerekiyor. Türk milletinin çadırda yaşayan göçebe bir topluluk olduğu düşünüldüğünde, bu çadırın dirliğinin Türk ordusu olduğu unutulmamalıdır.

     Eğer milli birliği sağlayamazsak bizi zor günler bekliyor. Bunun yanında umut verici şeyler de var tabi ki! Bütün bu baskıya rağmen Türk ekonomisi bu sene içerisinde yüzde 5 büyüme gösterdi. Bu gelişme Türk insanını tanıyamayan batının yüzüne karşı atılmış çok büyük bir yumruktur. Şamar da değil yumruk! Çünkü Türkler zorluğu severler. Biz Kurtuluş Savaşını F35 uçakları olmadan yaptık. Türk milleti büyük ve asil bir millettir. Kadim bir medeniyetin de temsilcisidir. En önemli avantajlarımızdan biri de 22 milyon öğrenciye sahip olmamız. Üniversitelerimize ve hocalarımıza çok büyük kıymet verilmesi gerekiyor. Çünkü bu eğitim sürecinin başarısıyla, Türkiye ABD’nin izin vermediği insansız hava araçlarını yaptı, milli denizaltısını yaptı, milli helikopterini yaptı. Şöyle söyleyeyim; Türkiye Dünyada silah satan ülkeler arasında 16. sıraya yükseldi. Bu çok önemli bir başarı. Bu gelişmelerin yanında havacılık, uzay, elektronik, siber gibi bir takım yeni finans kaynaklarının harekete geçirerek, ağırlıkta küçük pahada büyük mallar üreterek dünya pazarına girmemiz gerekiyor. İnsana yaptığımız yatırımları da arttırarak rekabet içerisinde yerimizi alırsak, 2030’larda dünyanın ilk 10 devleti arasına gireceğimize inanıyorum.    

Dünyada bunu başarabilecek başka bir devlet yok

      Gelişme sürecimizde Ortadoğu’nun rahatlayacağını düşünmüyorum.  Ama krizler fırsatları doğurur. Türkiye için bulunduğu coğrafya riskli ama aynı zamanda fırsatlar yaratıyor. Bugün Irak’ta döşenen yeni bir boru hattı var. Türkiye’nin Katar’la olan iş birliği çok önemli. Ayrıca Türkiye Afrika’da da birtakım açılımlar yapıyor. Yaşananlar Türkiye’nin bölgesel güçten, küresel güce geçişinin sancıları. Özellikle kendi füzelerimizi yapmamız ülkemize yönelik bir takım askeri operasyonları da caydıracak çok önemli gelişmelerden biri. Şunu söyleyebilirim; Türkiye geleceğe umutla bakabilen bir aktör. Coğrafi olarak içinde bulunduğu ateş çemberine rağmen, barış ve güven içinde herkesin işine gidebildiği, üretebildiği ayrıca 3 milyon misafire de bakılabilen bir ülke. Dünyada bunu başarabilecek başka bir devlet yok. Osmanlı’nın Liyakat esasını belirleyen, bütün dinlere eşit ve hoşgörüyle yaklaşan Türkiye’nin modern güçlü bir devlet olabileceğini düşünüyorum. İstinye Üniversitesine de bunun için geldim. Bir şeyler yapalım, gençlere umut verelim istiyorum. Biz bu üniversitede dünya liderleri yetiştireceğiz. Ege’de bir atasözü vardır; ‘’Sabırla koruk Üzüm olur’’ diye. Batı 16. yüzyılda reform hareketleriyle eğitimde üstünlüğü ele geçirdi. Bilgi devrimi sayesinde 400 yıl sonra fırsat tekrar ayağımıza geldi. Bugün her yerde olan bilgiyi doğru analiz eder, iyi kullanırsak bunu eğitimimizle de yönlendirebilirsek sıçrayacağımızı düşünüyorum. Bu anlamda çok ciddi bir potansiyelimiz var. Çünkü Batı’nın uyuşturucu ile boğuşan gençliğinde ciddi sorunlar var. Bu noktada Müslümanlığın büyük faydasını görüyoruz. Müslümanlık uyuşturucu ve diğer bazı zararlı maddelerin kullanılmasına karşı gençlere bir panzehir veriyor.

Umudumuzu ve Motivasyonumuzu Diri Tutacağız 

      Son olarak; potansiyelimizi doğru kullanabilirsek geleceğimizin çok parlak olacağını düşünüyorum. Öncelikle insana, bilim adamına değer vereceğiz. Umudumuzu ve motivasyonumuzu diri tutacağız. Türk’ün özelliği olan sevgi ve saygıyı birbirimizden eksik etmeden, birbirimizin hatalarını örterek hareket etmemiz lazım. İlim ve irfanı birleştirebilen, hurafelerden uzak, Kuranı iyi bilen, peygamber sünnetini iyi bilen, iyi model Müslümanlar olabilmeliyiz. Küresel rekabet içerisinde yerimizi bilimle, ilimle ve karşılıklı sevgiyle alabileceğimizi düşünüyorum. Bunun için Yunus Emre ve Mevlana gibi bu coğrafyanın içinden çıkmış, bu toprakların ismini Anadolu yaparak balkanlara adalet götürmesini sağlamış insanlara bakmamız lazım. Demek ki biz kendi içimizde tutarlı olabilirsek, onlar bizim bir takım liderlik vasıflarımızı kabul edecektir.

    

     Şu anda ciddi bir İsrail, ABD ve Suudi Arabistan ittifakı var. Bu güya Sünnilere karşı Şiilerin ittifakı. Biz de bu süreçte bölgede akan kanın durması adına Rusya ile yakınlaşmaya başladık. Yeni kurulan dengeler içerisinde Türkiye ve İran Genelkurmay başkanlarının bir araya gelmesi ise Rusya, İran ve Türkiye’nin yeni bir ittifak oluşturduğu algısı yaratıyor. Bu ilişkilerin sonucunda Soçi’de normalleşme ve anayasal sürece geçiş için bazı adımlar atıldı. Bu görüşmeler neticesinde Türkiye’nin kritik kontrol bölgelerinden biri olan İdlip’e asker göndermesi önemli bir kazançtır. Bu noktada zorluk şu; Rusya’nın her zaman Türkler bana bağlı olsun görüşü vardır. Bu bağlamda uçak kazasından sonra uygulanan baskı ve boğazdan geçen Rus gemisinden gösterilen füze, Rusya’nın ne kadar güvenilir olduğunun sorgulanmasına neden olmaktadır.

      ABD’nin Türkiye’ye karşı stratejik hataları Ankara Moskova ve Tahran’ı Astana sürecinde yakınlaştırmaktadır. Putin ve Erdoğan Suriye’deki iç savaşı, kitlesel göçü önleyerek Ortadoğu barışında tarihi bir köşe taşı koymayı başarmışlardır. Başkan Trump’un Kudüs’ü Uluslararası Hukuka ve BM Kararlarına aykırı olarak Başkent olarak tanımlaması, Putin-Erdoğan’a yeni bir alan açmıştır. Bu bakımdan İstanbul’daki Kudüs toplantısına Rusya’nın katılması, Filistin halkının sempatisine ilaveten, Putin’in Ortodoks Hristiyan dünyası ve BM’de etkinliğini daha da güçlendirmektedir. Ayrıca Rusya Suriye’de kalıcı deniz ve hava üsleri elde ederek çok güçlü avantajlar elde etmiştir. Mısır ve İran ilişkilerini de düşünecek olursak Rusya, Soğuk Savaştan çok daha güçlü bir şekilde Ortadoğu’ya geri dönmüştür.

     Sonuç olarak, kısa ve orta vadede Erdoğan-Putin’in karizmatik liderliği Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesel güç dengelerinde istikrar ve barışın mimarisinde farklı, hassas ve dengeli bir model oluşturması beklenebilir.

    Türkiye bu noktada denklemlerini nasıl kuracak diye sorduğumuzda, İran ve Rusya ile yakınlaşmamıza karşı çıkan bir batı olduğunu görüyoruz. Türkiye tüm yaşananlara rağmen AB ve NATO’daki ittifak sözleşmesinden geri dönmüş değil. Türkiye bu çatışma ortamından hızla çıkmak ve normalleşmek istiyor. Benim görüşümse; Bunu yaparken öncelikle Olağanüstü hali kaldırmak gerekmektedir.

 Tekrar Beraber Olmamız Gerekiyor

   Ortadoğu’daki dengeler içinde Türkiye kendi yağında ve tuzunda kavrulmayı öğrenmelidir. Bu sebeple milli gücümüzü tekrar gündeme getirmemiz ve milli harp sanayisini çok acil geliştirmemiz lazım. Bunu yaparken kendi kamuoyumuza Türkiye’nin hangi baskıların altında olduğunu anlatarak, tekrar beraber olmamız gerekiyor. Bu birlikteliği gerçekleştirirken partiler üstü bir yaklaşımla, Mustafa Kemal’in koyduğu Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti modelinden vazgeçmeden hareket etmemiz gerekiyor. Ayrıca kumpas davalarıyla perişan edilmek istenen komutanlara eski rütbeleriyle beraber, şan ve şöhretlerinin geri verilmesi gerekmektedir. Ben bir hukukçu olarak öncelikle adaletin temizlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yargı Mekanizmasındaki FETÖ mensuplarının derhal tasfiye edilmesi gerekiyor. Hala var ne yazık ki! Düzeltilmesi gereken başka yanlışlar da var. Örneğin; Benimde görev yaptığım, Türkiye’nin en büyük hava üssü olan Mürted Hava Üssünün kapatılması. Birtakım askerler orada uçak kaçırdı diye üs kapatılır mı? Böyle bir şey dünyada görülmemiştir. İkinci husus, askeri liselerin derhal açılması gereğidir. Çünkü askerlik mesleği küçük yaşta insanlara verilecek bir nosyon. Harp okullarının modernizasyonun derhal yapılması gerekiyor. Türk milletinin çadırda yaşayan göçebe bir topluluk olduğu düşünüldüğünde, bu çadırın dirliğinin Türk ordusu olduğu unutulmamalıdır.

     Eğer milli birliği sağlayamazsak bizi zor günler bekliyor. Bunun yanında umut verici şeyler de var tabi ki! Bütün bu baskıya rağmen Türk ekonomisi bu sene içerisinde yüzde 5 büyüme gösterdi. Bu gelişme Türk insanını tanıyamayan batının yüzüne karşı atılmış çok büyük bir yumruktur. Şamar da değil yumruk! Çünkü Türkler zorluğu severler. Biz Kurtuluş Savaşını F35 uçakları olmadan yaptık. Türk milleti büyük ve asil bir millettir. Kadim bir medeniyetin de temsilcisidir. En önemli avantajlarımızdan biri de 22 milyon öğrenciye sahip olmamız. Üniversitelerimize ve hocalarımıza çok büyük kıymet verilmesi gerekiyor. Çünkü bu eğitim sürecinin başarısıyla, Türkiye ABD’nin izin vermediği insansız hava araçlarını yaptı, milli denizaltısını yaptı, milli helikopterini yaptı. Şöyle söyleyeyim; Türkiye Dünyada silah satan ülkeler arasında 16. sıraya yükseldi. Bu çok önemli bir başarı. Bu gelişmelerin yanında havacılık, uzay, elektronik, siber gibi bir takım yeni finans kaynaklarının harekete geçirerek, ağırlıkta küçük pahada büyük mallar üreterek dünya pazarına girmemiz gerekiyor. İnsana yaptığımız yatırımları da arttırarak rekabet içerisinde yerimizi alırsak, 2030’larda dünyanın ilk 10 devleti arasına gireceğimize inanıyorum.    

Dünyada bunu başarabilecek başka bir devlet yok

      Gelişme sürecimizde Ortadoğu’nun rahatlayacağını düşünmüyorum.  Ama krizler fırsatları doğurur. Türkiye için bulunduğu coğrafya riskli ama aynı zamanda fırsatlar yaratıyor. Bugün Irak’ta döşenen yeni bir boru hattı var. Türkiye’nin Katar’la olan iş birliği çok önemli. Ayrıca Türkiye Afrika’da da birtakım açılımlar yapıyor. Yaşananlar Türkiye’nin bölgesel güçten, küresel güce geçişinin sancıları. Özellikle kendi füzelerimizi yapmamız ülkemize yönelik bir takım askeri operasyonları da caydıracak çok önemli gelişmelerden biri. Şunu söyleyebilirim; Türkiye geleceğe umutla bakabilen bir aktör. Coğrafi olarak içinde bulunduğu ateş çemberine rağmen, barış ve güven içinde herkesin işine gidebildiği, üretebildiği ayrıca 3 milyon misafire de bakılabilen bir ülke. Dünyada bunu başarabilecek başka bir devlet yok. Osmanlı’nın Liyakat esasını belirleyen, bütün dinlere eşit ve hoşgörüyle yaklaşan Türkiye’nin modern güçlü bir devlet olabileceğini düşünüyorum. İstinye Üniversitesine de bunun için geldim. Bir şeyler yapalım, gençlere umut verelim istiyorum. Biz bu üniversitede dünya liderleri yetiştireceğiz. Ege’de bir atasözü vardır; ‘’Sabırla koruk Üzüm olur’’ diye. Batı 16. yüzyılda reform hareketleriyle eğitimde üstünlüğü ele geçirdi. Bilgi devrimi sayesinde 400 yıl sonra fırsat tekrar ayağımıza geldi. Bugün her yerde olan bilgiyi doğru analiz eder, iyi kullanırsak bunu eğitimimizle de yönlendirebilirsek sıçrayacağımızı düşünüyorum. Bu anlamda çok ciddi bir potansiyelimiz var. Çünkü Batı’nın uyuşturucu ile boğuşan gençliğinde ciddi sorunlar var. Bu noktada Müslümanlığın büyük faydasını görüyoruz. Müslümanlık uyuşturucu ve diğer bazı zararlı maddelerin kullanılmasına karşı gençlere bir panzehir veriyor.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyada çok fazla önemli olayın üst üste geldiği, sıcak gelişmelerin ardı ardına gerçekleştiği bir dönemden geçiyoruz. Her daim zor bir coğrafya olan Ortadoğu bildiğimiz anlamda sonuna mı geliyor? Geçtiğimiz yüzyıl başında çizilen sınırlar yeniden mi belirlenecek? Neden bu kadar çalkantılı bir dönemden geçiyoruz? Bu zor süreçte Türkiye nasıl bir strateji oluşturmalı?

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanımız Prof. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN’la Ortadoğu’nun geçmişi, güncel politik gündemi, geleceği ve Türkiye’nin bu gelişmeler çerçevesinde nasıl bir konumda yer aldığını değerlendirdiğimiz bir röportaj gerçekleştirdik.          

Mesele mukaddes topraklar olan Kudüs’ün alınarak İsrail devletinin kurulması ve bölgedeki petrolün paylaşılmasıydı.    

       Ortadoğu tarihin her safhasında çalkantılı ve zor bir coğrafyaydı. Aynı zamanda 3 büyük semavi dinin ortaya çıktığı çok mukaddes de bir coğrafya olması sebebiyle, büyük güçlerin çıkar çatışmalarının en yoğun olduğu bölge olma özelliği taşıyor. Gelecekte ortaya çıkacak olan büyük savaşların da ağırlık merkezinin Ortadoğu olacağı dünyadaki bütün dış politika uzmanları tarafından ittifak edilen bir konu.

       Geçen yüzyılın sonunda Ortadoğu’da İtilaf ve İttifak devletleri arasındaki güç mücadelesi ve petrol kaynaklarının paylaşımından kaynaklanan büyük bir mücadele vardı. Bu paylaşımın sebebini anlamadan günümüze ve geleceğe bakmanın eksik olacağını düşünüyorum. Paylaşılması planlanan bölgeyi kontrol altında tutan Osmanlı İmparatorluğu, Balkan harbinde aldığı ağır yenilgilerden sonra İngiltere’den Sultan Reşad ve Sultan Osman savaş  gemilerini sipariş etmişti. Churchill bize bu gemileri vermediği gibi Yunan donanmasını takviye ederek, Yunan amirallerinin bu gemilerle adalarımızı işgal etmesini sağladı.  Halbuki İngilizler o zaman bizim müttefikimizdi. Batılı güçlerin paylaşım planlarını istihbarat olarak bilen Osmanlı, durumdan kurtuluş yolları aradı. Fransa’ya gönderilen dışişleri bakanı yardımcısı Cevat Paşa eli boş döndü. Ruslarla yapılması planlanan ittifak, kurulacak Ermeni devletinin yeri konusunda çıkan kriz sonucu çöktü. Bu durumda kalan tek seçeneğimiz Almanya, Osmanlıyı bir şekilde savaşa sokmak için 2 adet savaş gemisi yolladı. İngiliz donanmasının takip edip, bilerek batırmadığı bu gemiler Türk donanması ile beraber Rus limanlarını bombaladı. Bu olayla savaş deklarasyonu olmadan Rusya’ya saldırmış olduk. Halbuki önceden hazır olan Ruslar ve İngilizler, Basra körfezinden topraklarımıza saldırdı. Ertesi gün Osmanlı harbin içine girmişti bile. Harbin içerisinde en kritik nokta bizim Çanakkale’de İngiliz’i durdurmamıza rağmen kanal harekatıyla Basra’yı kaybetmemiz oldu. Dolayısıyla geri çekilmek zorunda kaldık. Almanya’nın da yenilmesiyle, Osmanlı’nın hakimiyetindeki Arap Yarımadası galip devletlerce pay edildi. Mesele mukaddes topraklar olan Kudüs’ün alınarak İsrail devletinin kurulması ve bölgedeki petrolün paylaşılmasıydı.      

ABD İran üzerinden Sovyetler Birliğine verdiği notayla Soğuk Savaşı başlatmış oldu.

       Sovyet ihtilalinden sonra Ortadoğu bir müddet gündemden düştü. Fakat 2. Dünya Savaşıyla beraber Ortadoğu’nun önemi bir kez daha ortaya çıktı. İngiltere ve Sovyetler Birliği, Almanya’nın bölgedeki petrolü almaması için eş zamanlı olarak İran’ı işgal etti. Fakat savaşın sonunda Rus askeri bölgede kalmaya devam etti. Böylece ABD İran üzerinden Sovyetler Birliğine verdiği notayla Soğuk Savaşı başlatmış oldu. Soğuk savaş döneminde Mısır’ı, Cezayir’i ve Fas’ı kontrol altına alan Kruşçev, Irak ve Suriye üzerinde de baskın konumdaydı. Ortadoğu tekrar ABD ve Sovyetler Birliği arasında paylaşılmaya başladı. Bu noktada çok önemli bir kırılma anı da 1956 yılında gerçekleşen Süveyş harekatıydı. İngiltere ve Fransa İsrail’le eş zamanlı olarak Mısır’ı işgal edince, ABD ve Sovyetler ilk defa birlikte hareket edip bu iki devleti buradan çıkardı. Bu olayla Ortadoğu’da hakim iki devletin ABD ve Sovyetler Birliği olduğu kanıtlanmış oldu. Ancak 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması ile başlayan Arap İsrail Savaşları esnasında, Arap komşuları yeni kurulan İsrail devletini yok etmek istediler. Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri İsrail’in bağımsızlık ilanından birkaç saat sonra saldırıya geçtiler. Ancak batılı devletlerin desteğini alan İsrail’e karşı fazlaca bir başarı sağlayamadılar. İsrail savaş sonrasında Filistin’deki toprağını yüzde 55’ten yüzde 78’e çıkardı. Yaklaşık 20 yıl sonra 1967'de çıkan 6 Gün Savaşı ise Orta Doğu'yu geri dönüşü olmayan bir şekilde değiştirdi. 700 bin kadar Filistinli Arap ise ülkelerini terk ederek komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı. 6 Ekim 1973 tarihinde İsrail'in Mısır ve Suriye'ye yönelik sürpriz saldırısıyla başlayan üçüncü savaş, Ortadoğu'daki çatışma dinamiklerini değiştirmiştir. Nitekim, 1978  Camp David Anlaşmaları 1979 yılındaki Mısır-İsrail Barış Anlaşması mevcut statükonun belirlenmesinde etkili olmuştur. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) himayesi altında Arap devletleri, Amerika Birleşik Devletleri'ne ve İsrail'e yardım eden tüm ülkelere ambargo uygulamasına gitti. Petrol üretiminde gerçekleşen yüzde beş oranındaki düşüş, yakıt maliyetlerinde artışa yol açtı ve Batı'daki ekonomik durgunluk dönemine katkı yaptı.  

 

Ayının Pençesi Yumuşak Olur    

    Sovyetler Birliğinin çökmesiyle ABD tekrar lider güç olarak dünya egemenliğini ele geçirdi. Ancak Rusya ve Çin bu duruma karşı çıktı. Özellikle Putin’in kısa zamanda Rusya’yı güçlendirmesi ve Münih Konferansında ABD’yi saldırgan olarak nitelemesi, ABD-Rusya çatışmasını tekrardan başlattı. Bu çatışma devam ederken Avrupa Birliği ve NATO genişlemeye devam ediyordu. Putin Pekin Olimpiyatlarında Bush’un kulağına Gürcistan’a girdiklerini fısıldadı. Burada verilmek istenen mesaj ise Gürcistan’ın NATO’ya verilmeyeceğiydi. Akabinde Ukrayna’da gelişen ve ‘Hibrit’ savaşı adıyla anılan olayların nedeni de bu güç çekişmesidir.  Kitaplarımda da belirttiğim gibi Rusya bir ayıdır ve ayının pençesi yumuşak olur. Ancak kızdığı zaman çok sert bir hayvandır. Nitekim Rusya Kimseyi dinlemeden Kırım’ı işgal edebildi.

     ABD ve Rusya arasındaki çekişme devam ederken Arap Baharı dediğimiz fenomen ortaya çıktı. Başlangıçta Tunus ve Libya’da başlayan olayların birdenbire tüm kuzey Afrika ve Arap coğrafyasına sıçraması endişe ile karşılandı. Libya’ya askeri hareket yapıldı. Bu NATO’nun Yugoslavya’dan sonra yaptığı ilk alan dışı harekattı. Libya üçe bölündü. Ama asıl kanlı olaylar 6000 kişinin hayatını kaybettiği Suriye’de gerçekleşti. 2011’de başlayan iç savaş nedeniyle dünyada ilk defa bu kadar büyük bir göç dalgası yaşandı.  

Gelinen noktada ABD ve Türkiye Arasında Ciddi Bir Zıtlaşma Olmaya Başladı         

    ABD ve Rusya bu olayı askeri yollarla çözüme ulaştıramadı. Bölgede yaşanan aksiyon Türkiye’nin teröristlerle iş birliği yaptığı ve sınırını koruyamadığı şeklinde bir algı operasyonuna kadar gitti. Halbuki bu suçlamaların dışarıdan gelen birtakım ajanlar tarafından planlandığı ortaya çıktı. Üstelik DAEŞ terör örgütünün, İsrail istihbaratı ve CIA aracılığıyla kurulmuş suni bir yapı olduğu da ortaya çıktı. Ama örgüt 2014 yılında birdenbire Bağdat kapılarına dayandı. Bu gelişme karşında Obama doktrinini ortaya atan ABD, kendi askerini kullanmadan bölgedeki yerel güçlerle meseleyi çözmeye karar verdi. Bu yerel güçlerinde PKK ve PYD olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Plan ilk olarak Kobani’de test edildi. PYD Kobani’de DAEŞ’ten kaçmasına rağmen Amerikan Hava kuvvetlerinin olaya müdahale etmesiyle bölge temizlendi. 1500 tane Docka uçaksavar da PYD’ye bırakıldı. Bu Amerika’nın açık açık PKK ve PYD’ye silah yardımı yapması demekti. Gelinen noktada ABD ve Türkiye arasında ciddi bir zıtlaşma olmaya başladı. Buna rağmen ABD Başkan yardımcısı Joe Biden ülkemize gelerek özür diledi. Tüm sözlere rağmen ABD Mümbiç’ten çekilmedi ve burada PYD’ye yardım yapmaya devam etti.

‘’Avrupa Medeniyetinin Koruyucusu Türk Ordusudur’’       

     Ortadoğu’da ciddi sıkıntılar çeken ABD’nin ekonomisi de zorda. Sıkıntı Çin’in dünya egemenliğini kazanması ve ABD’nin arka planda kalmasından kaynaklanıyor. Kuzey Kore bunun bir başlangıcı sadece. Bu konuyla ilgili bir makale de yazıyorum şu sıra. Görüşüm; Amerika ile Çin’in Pasifikte çarpışacağı şeklinde. Kuzey Kore bunun bir denemesi sadece. Dolayısıyla asıl hedef Çin. Fakat burada ABD’nin yanlışı Türkiye gibi bir müttefikini göz ardı etmesi. Çin’le en iyi savaşan askerlerin Türkler olduğu biliniyor. Kore savaşında Amerikalıları biz kurtardık. Orda bulunan Amerikalıların efsane komutanı Mac Arthur ’’Türk Tugayı için imkansız yoktur, onlar kahramanlar ordusudur.’’ Demiştir. Öte yandan o zaman ki ABD devlet başkanı da şunu söylüyor ‘’Avrupa medeniyetinin koruyucusu Türk ordusudur.’’ Bugün baktığımızda bütün bunları unutan ABD’nin PKK ve PYD ile ortaklığı Türk kamuoyu tarafından kabul edilemiyor.

   Türkiye Bir Terör Örgütü İle İş Birliği Yapmayı Kabul Etmedi     

     Akabinde Türkiye üzerinde oynanan çok kirli bir oyun olan 15 Temmuz darbesi yaşandı. Türkiye bu darbeyi atlattıysa da adli yargıda ve devlet bürokrasisinde gerekli temizlikler tamamlanamadı. Türk kamuoyunun da ortaya koyduğu birtakım belirtilere bakıldığında bu oyunun içerisinde ABD’nin olduğu açıkça ortada. Üstelik FETÖ üyeliği nedeniyle ülkemizden kaçanların Almanya ve diğer Batı devletlerine sığındığını, buna rağmen ABD’nin ve AB’nin bu örgütün terörle alakası olduğuna dair ülkemizden kanıt istediğini görüyoruz. Yüzlerce insan hayatını kaybetti. Bu darbe girişimi tamamlansaydı Türkiye yıllarca sürecek bir iç savaşın içine sürüklenecekti.       

      Yaşanan olayları Obama yönetimine atfeden Türkiye, Trump’la ilişkileri iyileştirmeye çalışmasına rağmen olumlu sonuçlar alamadı. Sayın Recep Tayip Erdoğan, Trump’a gittiğinde çok kısa süreli bir görüşme gerçekleşti. Daha sonra NATO kanallı görüşmeler olduysa da ABD ve Türkiye Hesaplaşamadı. Ancak bu durumda bile Rakka operasyonunu beraber yapmayı teklif ederek ABD ile uzlaşmaya çalıştık. ABD operasyonda PYD’nin de olması şartını koyunca, Türkiye bir terör örgütü ile iş birliği yapmayı kabul etmedi. Çünkü bu diplomasi ve insan haklarına aykırıydı.

      Trump’ın Netanyahu tarafında yer alarak, Suudi Arabistan üzerinden İran’a karşı bir cepheleşme hareketi içinde olduğunu da görüyoruz. Ancak ABD Dışişleri Bakanı Tillerson tarafından Türkiye’ye yönelik yapılan ‘’İran ve Rusya’ya yaklaşmayın’’ uyarısı, ABD’nin Türkiye’den vazgeçmediğini gösteriyor.  Bununla birlikte Türkiye’ye yapılan ekonomik baskının sürdüğünü ve Doların bugün 4 liraya çıkmasıyla ekonomimizin ciddi zarar aldığını görüyoruz. Ayrıca Reza Zarrab davasıyla da Türkiye hukuki açıdan yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlardan şunu görüyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en zor günlerini geçiriyor. Siyasi baskılarla uğraşan Türkiye hiç hak etmediği halde bir hukuk devleti olmadığı, yönetilemez devlete savrulduğu yolundaki algı operasyonlarıyla da uğraşıyor.   

4 Tane Petrol Kuyusuyla Devlet Olunmuyor                        

       Ben Suriye’de savaşın biteceğini düşünmüyorum. Çünkü birileri PKK’nın kandildeki sınırının Suriye’ye taşınmasını istiyor. Ortada ciddi bir sınırları değiştirme hareketi var ve Türkiye buna karşı başarıyla direniyor. Birçok vatan evladını kaybetmemize rağmen terörle mücadelede de son bir yılda büyük bir başarı elde ettik. 65 bin silahlı PYD üyesinin zırhlı araçlar ve modern uçaksavarlarla bir ordulaşma hareketi var. Barza’nin bağımsızlık ve referandum ilanıyla ‘’de facto’’ bir Kürt devleti kurup, Irağı parçalaması ve bunun Suriye’ye eklendikten sonra Türkiye’nin güneyden kuşatılması planı, ülkemiz açısından ciddi bir beka sorunu ortaya çıkarmaktadır. Irak, Türkiye ve İran’ın ortak savunması ile bertaraf edilen Barzani, arka üstü düşüp başarısız oldu.

       Bu coğrafyada 4 Tane Petrol Kuyusuyla Devlet Olunmuyor. Öte yandan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) diye bir şey var. Kısaca mevcut Osmanlının dağılması sonrası kurulan devletlerin, Suudi Arabistan da dahil olmak üzere parçalanması meselesi. Irak üçe bölündü. Suriye bölünmüş durumda. Bunun önüne geçemeyiz. Öbür taraftan da Libya’nın da bölündüğünü görüyoruz. Batı bu bölünme öcüsüyle korkutuyor devletleri. Korkuttuğu devletlere de ciddi silah satışları yapıyor. 

ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının Ortadoğu'da kısa ve uzun vadede çok önemli etkileri olması beklenebilir.

      ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının Ortadoğu'da kısa ve uzun vadede çok önemli etkileri olması beklenebilir. Karar başta Filistin olmak üzere Ortadoğu'da, hatta bölge dışı pek çok ülkede protesto edildi. Kısa vadeli diğer bir etki de İsrail-Filistin barış sürecinin sone ermesi olabilir. İsrail'in Kudüs ve Batı Şeria'da illegal yerleşimler inşa etmesi, Kudüs'ü tek bir parça olarak başkent yapmak istemesi ve mülteciler konusundaki uzlaşmaz tavrı; görüşmelerin önünü kapayabilir. Suudi Arabistan ve İran eksenindeki kutuplaşmanın bölgeye nasıl yansıdığı, Suriye, Katar ve Yemen örneklerinde açıkça görülmektedir. Trump’ın hukuka ve BM Kararlarına  aykırı tek yanlı  politikaları Ortadoğu halkları nezdinde Amerikan ve İsrail karşıtlığını daha da artıracaktır.  Nitekim, gelişmeler üzerine Türkiye'nin ev sahipliğinde 13 Aralık 2017 tarihinde düzenlenen İslam İş birliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi'nin İstanbul Deklerasyonu'nda alınan, "Doğu Kudüs'ü Filistin Devleti'nin başkenti olarak ilan ediyor ve bütün devletleri Filistin Devleti'ni ve Doğu Kudüs'ün onun işgal altındaki başkenti olduğunu tanımaya davet ediyoruz" kararı çok önemlidir. 57 ülkenin temsil edildiği zirvede, üye ülkelerin ABD’nin "yasa dışı, sorumsuz ve tek taraflı" bir şekilde Kudüs'ü İsrail’in başkenti ilan eden kararını tanımadığı görülüyor.      

Türkiye Bu Çatışma Ortamından Hızla Çıkmak ve Normalleşmek İstiyor       

     Şu anda ciddi bir İsrail, ABD ve Suudi Arabistan ittifakı var. Bu güya Sünnilere karşı Şiilerin ittifakı. Biz de bu süreçte bölgede akan kanın durması adına Rusya ile yakınlaşmaya başladık. Yeni kurulan dengeler içerisinde Türkiye ve İran Genelkurmay başkanlarının bir araya gelmesi ise Rusya, İran ve Türkiye’nin yeni bir ittifak oluşturduğu algısı yaratıyor. Bu ilişkilerin sonucunda Soçi’de normalleşme ve anayasal sürece geçiş için bazı adımlar atıldı. Bu görüşmeler neticesinde Türkiye’nin kritik kontrol bölgelerinden biri olan İdlip’e asker göndermesi önemli bir kazançtır. Bu noktada zorluk şu; Rusya’nın her zaman Türkler bana bağlı olsun görüşü vardır. Bu bağlamda uçak kazasından sonra uygulanan baskı ve boğazdan geçen Rus gemisinden gösterilen füze, Rusya’nın ne kadar güvenilir olduğunun sorgulanmasına neden olmaktadır.

      ABD’nin Türkiye’ye karşı stratejik hataları Ankara Moskova ve Tahran’ı Astana sürecinde yakınlaştırmaktadır. Putin ve Erdoğan Suriye’deki iç savaşı, kitlesel göçü önleyerek Ortadoğu barışında tarihi bir köşe taşı koymayı başarmışlardır. Başkan Trump’un Kudüs’ü Uluslararası Hukuka ve BM Kararlarına aykırı olarak Başkent olarak tanımlaması, Putin-Erdoğan’a yeni bir alan açmıştır. Bu bakımdan İstanbul’daki Kudüs toplantısına Rusya’nın katılması, Filistin halkının sempatisine ilaveten, Putin’in Ortodoks Hristiyan dünyası ve BM’de etkinliğini daha da güçlendirmektedir. Ayrıca Rusya Suriye’de kalıcı deniz ve hava üsleri elde ederek çok güçlü avantajlar elde etmiştir. Mısır ve İran ilişkilerini de düşünecek olursak Rusya, Soğuk Savaştan çok daha güçlü bir şekilde Ortadoğu’ya geri dönmüştür.

     Sonuç olarak, kısa ve orta vadede Erdoğan-Putin’in karizmatik liderliği Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesel güç dengelerinde istikrar ve barışın mimarisinde farklı, hassas ve dengeli bir model oluşturması beklenebilir.

    Türkiye bu noktada denklemlerini nasıl kuracak diye sorduğumuzda, İran ve Rusya ile yakınlaşmamıza karşı çıkan bir batı olduğunu görüyoruz. Türkiye tüm yaşananlara rağmen AB ve NATO’daki ittifak sözleşmesinden geri dönmüş değil. Türkiye bu çatışma ortamından hızla çıkmak ve normalleşmek istiyor. Benim görüşümse; Bunu yaparken öncelikle Olağanüstü hali kaldırmak gerekmektedir.

 Tekrar Beraber Olmamız Gerekiyor

   Ortadoğu’daki dengeler içinde Türkiye kendi yağında ve tuzunda kavrulmayı öğrenmelidir. Bu sebeple milli gücümüzü tekrar gündeme getirmemiz ve milli harp sanayisini çok acil geliştirmemiz lazım. Bunu yaparken kendi kamuoyumuza Türkiye’nin hangi baskıların altında olduğunu anlatarak, tekrar beraber olmamız gerekiyor. Bu birlikteliği gerçekleştirirken partiler üstü bir yaklaşımla, Mustafa Kemal’in koyduğu Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti modelinden vazgeçmeden hareket etmemiz gerekiyor. Ayrıca kumpas davalarıyla perişan edilmek istenen komutanlara eski rütbeleriyle beraber, şan ve şöhretlerinin geri verilmesi gerekmektedir. Ben bir hukukçu olarak öncelikle adaletin temizlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yargı Mekanizmasındaki FETÖ mensuplarının derhal tasfiye edilmesi gerekiyor. Hala var ne yazık ki! Düzeltilmesi gereken başka yanlışlar da var. Örneğin; Benimde görev yaptığım, Türkiye’nin en büyük hava üssü olan Mürted Hava Üssünün kapatılması. Birtakım askerler orada uçak kaçırdı diye üs kapatılır mı? Böyle bir şey dünyada görülmemiştir. İkinci husus, askeri liselerin derhal açılması gereğidir. Çünkü askerlik mesleği küçük yaşta insanlara verilecek bir nosyon. Harp okullarının modernizasyonun derhal yapılması gerekiyor. Türk milletinin çadırda yaşayan göçebe bir topluluk olduğu düşünüldüğünde, bu çadırın dirliğinin Türk ordusu olduğu unutulmamalıdır.

     Eğer milli birliği sağlayamazsak bizi zor günler bekliyor. Bunun yanında umut verici şeyler de var tabi ki! Bütün bu baskıya rağmen Türk ekonomisi bu sene içerisinde yüzde 5 büyüme gösterdi. Bu gelişme Türk insanını tanıyamayan batının yüzüne karşı atılmış çok büyük bir yumruktur. Şamar da değil yumruk! Çünkü Türkler zorluğu severler. Biz Kurtuluş Savaşını F35 uçakları olmadan yaptık. Türk milleti büyük ve asil bir millettir. Kadim bir medeniyetin de temsilcisidir. En önemli avantajlarımızdan biri de 22 milyon öğrenciye sahip olmamız. Üniversitelerimize ve hocalarımıza çok büyük kıymet verilmesi gerekiyor. Çünkü bu eğitim sürecinin başarısıyla, Türkiye ABD’nin izin vermediği insansız hava araçlarını yaptı, milli denizaltısını yaptı, milli helikopterini yaptı. Şöyle söyleyeyim; Türkiye Dünyada silah satan ülkeler arasında 16. sıraya yükseldi. Bu çok önemli bir başarı. Bu gelişmelerin yanında havacılık, uzay, elektronik, siber gibi bir takım yeni finans kaynaklarının harekete geçirerek, ağırlıkta küçük pahada büyük mallar üreterek dünya pazarına girmemiz gerekiyor. İnsana yaptığımız yatırımları da arttırarak rekabet içerisinde yerimizi alırsak, 2030’larda dünyanın ilk 10 devleti arasına gireceğimize inanıyorum.    

Dünyada bunu başarabilecek başka bir devlet yok

      Gelişme sürecimizde Ortadoğu’nun rahatlayacağını düşünmüyorum.  Ama krizler fırsatları doğurur. Türkiye için bulunduğu coğrafya riskli ama aynı zamanda fırsatlar yaratıyor. Bugün Irak’ta döşenen yeni bir boru hattı var. Türkiye’nin Katar’la olan iş birliği çok önemli. Ayrıca Türkiye Afrika’da da birtakım açılımlar yapıyor. Yaşananlar Türkiye’nin bölgesel güçten, küresel güce geçişinin sancıları. Özellikle kendi füzelerimizi yapmamız ülkemize yönelik bir takım askeri operasyonları da caydıracak çok önemli gelişmelerden biri. Şunu söyleyebilirim; Türkiye geleceğe umutla bakabilen bir aktör. Coğrafi olarak içinde bulunduğu ateş çemberine rağmen, barış ve güven içinde herkesin işine gidebildiği, üretebildiği ayrıca 3 milyon misafire de bakılabilen bir ülke. Dünyada bunu başarabilecek başka bir devlet yok. Osmanlı’nın Liyakat esasını belirleyen, bütün dinlere eşit ve hoşgörüyle yaklaşan Türkiye’nin modern güçlü bir devlet olabileceğini düşünüyorum. İstinye Üniversitesine de bunun için geldim. Bir şeyler yapalım, gençlere umut verelim istiyorum. Biz bu üniversitede dünya liderleri yetiştireceğiz. Ege’de bir atasözü vardır; ‘’Sabırla koruk Üzüm olur’’ diye. Batı 16. yüzyılda reform hareketleriyle eğitimde üstünlüğü ele geçirdi. Bilgi devrimi sayesinde 400 yıl sonra fırsat tekrar ayağımıza geldi. Bugün her yerde olan bilgiyi doğru analiz eder, iyi kullanırsak bunu eğitimimizle de yönlendirebilirsek sıçrayacağımızı düşünüyorum. Bu anlamda çok ciddi bir potansiyelimiz var. Çünkü Batı’nın uyuşturucu ile boğuşan gençliğinde ciddi sorunlar var. Bu noktada Müslümanlığın büyük faydasını görüyoruz. Müslümanlık uyuşturucu ve diğer bazı zararlı maddelerin kullanılmasına karşı gençlere bir panzehir veriyor.

Umudumuzu ve Motivasyonumuzu Diri Tutacağız 

      Son olarak; potansiyelimizi doğru kullanabilirsek geleceğimizin çok parlak olacağını düşünüyorum. Öncelikle insana, bilim adamına değer vereceğiz. Umudumuzu ve motivasyonumuzu diri tutacağız. Türk’ün özelliği olan sevgi ve saygıyı birbirimizden eksik etmeden, birbirimizin hatalarını örterek hareket etmemiz lazım. İlim ve irfanı birleştirebilen, hurafelerden uzak, Kuranı iyi bilen, peygamber sünnetini iyi bilen, iyi model Müslümanlar olabilmeliyiz. Küresel rekabet içerisinde yerimizi bilimle, ilimle ve karşılıklı sevgiyle alabileceğimizi düşünüyorum. Bunun için Yunus Emre ve Mevlana gibi bu coğrafyanın içinden çıkmış, bu toprakların ismini Anadolu yaparak balkanlara adalet götürmesini sağlamış insanlara bakmamız lazım. Demek ki biz kendi içimizde tutarlı olabilirsek, onlar bizim bir takım liderlik vasıflarımızı kabul edecektir.

      Son olarak; potansiyelimizi doğru kullanabilirsek geleceğimizin çok parlak olacağını düşünüyorum. Öncelikle insana, bilim adamına değer vereceğiz. Umudumuzu ve motivasyonumuzu diri tutacağız. Türk’ün özelliği olan sevgi ve saygıyı birbirimizden eksik etmeden, birbirimizin hatalarını örterek hareket etmemiz lazım. İlim ve irfanı birleştirebilen, hurafelerden uzak, Kuranı iyi bilen, peygamber sünnetini iyi bilen, iyi model Müslümanlar olabilmeliyiz. Küresel rekabet içerisinde yerimizi bilimle, ilimle ve karşılıklı sevgiyle alabileceğimizi düşünüyorum. Bunun için Yunus Emre ve Mevlana gibi bu coğrafyanın içinden çıkmış, bu toprakların ismini Anadolu yaparak balkanlara adalet götürmesini sağlamış insanlara bakmamız lazım. Demek ki biz kendi içimizde tutarlı olabilirsek, onlar bizim bir takım liderlik vasıflarımızı kabul edecektir.